3 Ağustos 2008 Pazar

Türk Tarihi Üzerindeki Karanlıklar Kalkıyor

Dünyanın yeniden şekillendirilmeye çalışıldığı şu yıllarda,
milletlerin layık oldukları yerde olabilmeleri için,
öncelikle layık oldukları yeri bilmeleri gerekir.

Bunu yaparken de başvuracakları en önemli kaynak tarihtir.

Ama doğru tarih.

Başkalarının bize yakıştırdığı ve
bizim de hazırcılıkla sahiplendiğimiz değil,
ilmi verilerin ve tarihi buluntuların ,
bizi getirdiği en son noktada yer alan gerçek tarih.
Başkalarının sizin için yazdığı tarihi kabul ederseniz,
başkalarının size verdiği rolü de kabullenmiş olursunuz.

Kendi yerimizi belirlemek ise hiç de o kadar zor değildir.
İki yüz yıllık ve utançlarla dolu bir tarihe sahip olanlar
dünyaya nizam vermeye kalkışabiliyorlarsa,
bilinen beş bin yıllık tarihimizle,
dünyaya nizam vermek bizim asli görevimiz olmalıdır.
Türk Tarihinin karanlık dönemi,
yapılan kazılarla ortaya çıkan yeni buluntular ve
yazılı kaynaklarla her gün biraz daha aydınlanmaktadır.

Ele geçirilen buluntular (tarihi eserler) ve
şifreleri çözülüp okunan yazılı kaynaklar,
bu gün bilinen ve bize de ezberletilen
tarih tezlerini alt üst etmeye devam ediyor.

Bu gerçeklerle yüz yüze gelmeyi sağlayan
çalışmaların çok önemli bir kısmını da
maalesef yine yabancı bilim adamları yapıyor.

Bu konularda bizde de önemli çalışmalar yapan
çok değerli bilim adamlarımız var.
Sayın Kazım Mirşan hocamız gibi.

Ancak,
toplumumuza aşağılık kompleksi o kadar yerleşmiş ki,
bir Türk bilim adamının yaptığı tespitler,
ortaya çıkardığı tarihi gerçekler,
bir yabancı bilim adamının tespitleri kadar
ciddiye alınıp kabul görmüyor.

Ama tabii ki bu durum sonucu değiştirmeyecektir.

-Orta Asya'nın karanlık tarihi-
Orta Asya'da
çoğunluğunu Rusların yaptığı kazılarda elde edilen
buluntuların neler olduğu ve ne anlama geldiği konusunda
hemen hemen hiç bir fikrimiz yoktur.

Biz sadece onların açıkladıklarıyla yetinmek durumunda kalıyoruz.
Tarihimizi onların gözüyle yazıp, çiziyoruz.
Veya başka milletlere mensup
ilim adamlarının bulgularıyla yol gidiyoruz.

Gerçek bir bilim adamı
tamamen objektif olarak elde ettiği bilgileri açıklamak istese bile,
bir de uluslar arasında izlenen siyaset vardır.
İşte yapılan ilmi açıklamaların çerçevesini genelde bu siyaset belirler.

Bunları dikkate alarak,
izleyeceğimiz yolu belirlemeliyiz.
Ayrıca,
sadece Orta Asya'da kendi izlerimizi aramak,
kendimizi belirli bir tarih dilimi ile sınırlamak olur.

Asya ile ilgilenirken de
Türklerin ata yurdu diye tarif edilen
bir bölgeyle sınırlı kalınmamalıdır.
Türk Milleti olarak,
Asya'nın belli bir bölgesi değil
tamamı bizim ilgi alanımız içinde olmalıdır.
Çünkü
Asya'da Türklerin ayağının değmediği,
yerleşmediği,
devlet kurmadığı bir coğrafya parçası yoktur.

Bunu çeşitli şekillerde ispat etmek mümkündür.
En basitinden,
Budizm'in yayıldığı bölgelere kuş bakışı bakarsanız,
Türklerin nerelere kadar etkili olduklarını görebilirsiniz.
Türk Tarihini
sadece Türk-İslam tarihi ile sınırlamaya çalışmak,
Türk Milletine yapılacak en büyük haksızlıktır.
Bunu çeşitli zamanlarda
değişik yazılarımızda anlatmaya çalıştık.
Türk Milleti İslam dininin tebliğinden çok önce
Türk olarak yeryüzünde vardı ve
Türkçe, konuşulan, canlı bir dildi.
Şimdiki gibi.


-Tarih Boyunca Türk Dinleri-
Türkler tarihleri boyunca,
tek tanrılı bir din olan ve
Tanrı sembolleri Güneş olan
MU diniyle, Mani diniyle, Budizm'le, Musevilikle, Hristiyanlıkla
ve son olarak da İslam'la tanışmıştır.
Çeşitli tarih dilimlerinde yaşayan
Türkler bu dinlerin bağlıları olmuşlardır.
Enteresan olan da
bütün bu dinlerin kökeninin
"Tek Tanrılı" olmasıdır.
Tek Tanrı inancı zaman zaman bozulmuş,
ancak bu bozulma sürecini
yeni dinlerin tebliği süreci izlemiştir.
Bugünkü dinimiz olan İslam dininin kitabında
bu konularla ilgili yeteri kadar açıklama vardır.
Peygamberimiz atalarını tanımlarken,
onlar
"Hanif bir dinden ve temiz bir soydandı"
diye tanımlıyor.
Onların müşrik olmadığını belirtiyor.
En ilk bilinen atası olarak da
Mezopotamya'da Sümerlerin Başkenti olan UR kentinde
doğup büyüyen bir Sümerli olan Hz. İbrahim'i gösteriyor.
Ur Türkçe'de etrafı su hendeği ile çevrilmiş kale anlamındadır.
Bütün Sümerler
Tufandan sonra Uygur İmparatorluğu sınırları içinden,
yani Asya'dan göç ederek Mezopotamya'ya gelmişlerdir.
Ve artık bilinmektedir ki
Sümerlerin ataları da Uygur Türkleridir.
Yani Sümerler Türk'tür.
Yani Hz. İbrahim Türk'tür.
Yani onun torunu olduğunu söyleyen Hz. Muhammed Türk'tür.
Tarihe geniş bir perspektiften bakmak ve geçmişi buna göre okumak gerekir.
Yoksa,
Türk Milleti at sırtına mahkum edilir ve
yeni nesillere de geçmişi olmayan bir millet olarak öğretilir.
Geçmişi olmayanın ise geleceği de olmaz.

-Uygur Medeniyetinden Örnekler-

Sincan Uygur Özerk Bölgesi 1.8 milyon kilometre karelik bir alan.
Bu alan içinde kim bilir insanlığı şaşkına çevirecek
daha ne kadar çok tarihi eser vardır?
Ancak bunların gün ışığına çıkması epey zaman alacağa benziyor.
Öncelikle
o bölgelerde yaşayan insanlarımız
şu an için
tarihe bizim gözümüzle bakacak durumda değiller.
Onlar geçimlerinin ve canlarının derdindedirler.
Dolayısıyla onlardan şu an için çok fazla bir şey bekleme hakkımız yoktur.
Yalnız bu bölgelere yıllardır resmi görevli olarak gidenler veya
özel olarak gidenler neden bu konularla hiç ilgilenmezler,
anlamak mümkün değildir.
Yukarıdaki yazıda bu yer altı kanallarının tarihi verilirken
2500 yıllık bir süreden söz ediliyor.
Bu sürenin çok daha gerisinde de,
çok daha ilerisinde de bu bölgeler Türk bölgesidir.
Bunu nasıl bu kadar kesin söyleyebiliyoruz?

Tibet'te bir mağarada bulunan
çivi yazısı ile yazılmış tabletler bu bölgenin
Tufandan önce de
Uygur İmparatorluğu topraklarına dahil olduğunu belgeliyor.
Hatta daha da gerilere giden bilgiler veriyor.

Tibet'te bulunanların dışında Orta Amerika'da bulunan
Maya, İnka, Aztek uygarlıklarından kalma tabletler de
çok daha eski bir medeniyetten haberler veriyor.
Bu batık MU kıtasında kurulmuş olan MU medeniyetidir.
Ve bu MU İmparatorluğuna bağlı iki büyük koloniden söz edilmektedir ki,
bunlardan biri Batık Atlantis İmparatorluğu,
diğeri ise sınırları hemen hemen bütün Asya'yı kaplayan
Uygur İmparatorluğudur.
Bu medeniyetlerin tarihi
12.000-60.000 bin yıl kadar gerilere gitmektedir.
Büyük bir tufan ve depremler silsilesi ile batan MU kıtası ve
Atlantis'in izleri bu gün için halen karanlıklardadır.
Ancak aynı dönemin üç büyüğünden biri olan
Uygur İmparatorluğunun hüküm sürdüğü topraklar ve
bu imparatorluğu kuran insanların torunları
aynı topraklar üzerinde yaşamaya devam ediyorlar.
Bence bu kadar büyük medeniyetler kuran insanların,
yer yer çölün 110 metre altına dalacak kadar derinlikte ve
suyun doğal akışını sağlayacak eğimde kanallar açmış olmaları
pek de şaşılacak şeyler değillerdir.
Esas şaşılması gereken durum
bizim buna neden bu kadar şaşırdığımızdır.
Bizler de
maalesef oralarda yaşayan kardeşlerimiz kadar
çaresizlik içinde bırakılmış ve
dünyaya Türk Gözü ile bakmamışız.
Başkalarının gözümüze taktığı gözlüklerle
dünyaya bakmaya alıştırılmışız.
Kendi tarihimizi kendimiz yazarken bile
"Türkler at üstünde doğar at üstünde ölür"
edebiyatına saplanıp kalmışız.
Eğer bu sadece Türklerin savaşçılığı,
cengaverliği için söylenseydi doğru olurdu.
Ancak bütün tarihini
at sırtında geçiren bir millet tarifi
bugünün Türk Milliyetçilerinin bile kafasına
adeta kazınmıştı.
Tarih konusunda yazarken,
konuşurken çok ihtiyatlı olmak ve
geleceğe açık kapı bırakmak gerekir.
Çünkü tarihi
hiç kimsenin tam olarak bilmesi
mümkün olamaz.
Tarih ancak kazılar veya başka yollarla
ele geçecek olan buluntular, yazılar, belgeler vb.
incelenerek açıklanabilir.
Bilim her gün yeni aşamalar kat etmekte,
teknoloji baş döndürücü bir hızla yol almaktadır.
Dolayısıyla,
insan oğlunun geçmişini aydınlatacak bilgilere
bundan sonra daha kolay ve
sağlıklı olarak ulaşabileceğiz.
Bunu göz ardı etmeden,
bugün mevcut olduğumuz ve olmadığımız
bütün coğrafyalarda ısrarla
kendimize ait izleri aramalıyız.
Bizi doğru sonuca götürecek yol budur.
Büyük Türk evladı Atatürk boşuna mı
MU kıtası ile ilgili kitapları Türkiye'ye getirtip
tercüme ettirmişti acaba?
Orta Amerika'da yaşamış olan Mayalarda
Atatürk ne aramıştı acaba?
Ve neden Atatürk'ten sonra bunlar
unutulmuş-unutturulmuştu acaba?
Cumhuriyet nesillerine
Türk Tarihini anlatanlar
nedense, ısrarla
Türklerin yerleşik düzende bir hayat
yaşamadığı tezini savunmuşlardır.
Hiçbir gerçek veriye dayanmayan,
sadece hayal güçlerinden esinlenerek
tarihçilik yapmışlardır.
Maalesef bazı Türk aydınlar da
bilerek veya bilmeyerek
bunlara destek vermişlerdir.


-Göktürk Sikkeleri-

Eğer
Türk Tarihi at sırtında başlayıp bitiyor ise,
bugün bütün Asya kıtasını baştan başa bezemiş olan
eserler gökten zembille mi inmiştir?
Buhara, Taşkent, Semerkant(Sümerkent),
İran'ın tamamı,
Hindistan'da Babür İmparatorluğunun bıraktıkları,
dünyanın yedi harikasından biri sayılan Tac Mahal
neyin nesidir?
Bu gün Çin'in başkenti olan
Pekin şehrinin tarihini bir araştırın bakalım
karşınıza ne çıkacaktır.
Bu şehri boş bir alana
sıfırdan kuran hanedan kimlermiş?
Altaylarda
Pazırık kurganında bulunan
Altın Elbiseli Adam adı verilen altın zırh,
iki bin beş yüz yıldan uzun
bir zamana tarihlenen Pazırık halısı,
bugüne kadar ısrarla gizlenen,
üzerinde ay ve yıldız basılı
Göktürk sikkeleri neyin nesidir?
Bunları biz buralarda yapıp,
sonra da götürüp oralara serpiştirmedik.
Bunları bulan araştırmacılar da,
okuyan araştırmacılar da Türk değiller.
Ama bu eserlerin Türk eseri olduğunu
bize onlar söylüyorlar.
İşin acı yanı ise,
bu eserler bugün bulunmuş değil.
Bu eserler
gün ışığına çıkalı yıllar olmuş ama
maalesef bizlerin bundan haberi bile yok.
Biz halen,
at sırtında dünyayı fethettiğimizi
anlatıyoruz çocuklarımıza.
Kurulan her devletin
bir idare merkezi, basılı parası vardır.
Bu olmadan,
ciddi anlamda bir teşkilatlanma sağlamadan
bütün Asya'ya yayılmış bir devleti
nasıl yönetebilirsiniz?

-Turfan Karızları (Yer Altı Su Kanalları)-
"Karız" sözcüğü;
kehriz
(Bu gün Anadolu'da "keriz" olarak kullanılan bu sözcük,
sebil, herkesin kullanımına açık çeşme anlamındadır.
Aynı zamanda, argoda da;
malını mülkünü
herkesin kullanmasında sakınca görmeyen,
malını sebil gibi dağıtan kişiler için kullanılmaktadır.)
lağım veya yer altından giden
su kanalı anlamındadır.
Burada kullanılan lağım sözcüğü
ilk anda bugün büyük şehirlerde kullanılan
atık su yollarını çağrıştırsa da asıl anlamı
yer altına açılan tünel, kanaldır.

Bilindiği üzere Osmanlı ordusunda,
fethedilmek istenen kalelerin etrafı sarıldığında,
yer altından tüneller açarak
kale duvarı altına ve girişine
patlayıcı yerleştirip,
kale duvarlarının veya kapısının yıkılmasını sağlayan
asker grubuna "lağımcı" denirdi.

Bugün hâlá kullanılabilen ve
Asya'da bir uygarlık harikası olan
yer altı su kanalları,
belli bölgelerde
yerin 110 metre altına kadar inmekte ve
toplam uzunluğu
beş bin kilometreye ulaşmaktadır.
Tanrı Dağları'ndan,
Turfan şehrine su getirmek amacıyla
Uygur Türkleri tarafından yapılmıştır.
Bu haliyle,
Çin seddinden daha önemli bir yapı olduğu ortadadır..
Bu konuda
sayın Dursun Özden'in yapmış olduğu tespitler
Türk Tarihi ve medeniyeti açısından çok önemlidir.
"Orta Asya'da bulunan
antik uygarlık harikası olan Karız su kanalları,
Tanrı Dağları'ndan ve yeraltı kaynaklarından
Turfan'a su getiren,
çölün altında 110 metre derinlikte ve
toplam 5 bin kilometre uzunluğundaki
yeraltı su tüneli,
Türklerin yaratıcılığını özetliyor.

-Karız harikası-

Orta Asya'daki yerleşik yaşam,
kentleşme kültürü, mimari planlama,
haritacılık ve bir teknoloji harikası olarak
insan yaratıcılığının doruklarından biri.
Şimdiye dek batının,
Avrupa merkezli tarihçilerin ve
kimi Türkologların yazdıkları;
"Asyalılar, hiç bir zaman yerleşik olamadı.
At üstünde, çadırlarda ve su başlarında
sürekli göçebe toplum biçiminde yaşarlardı... "
şeklindeki savları çürüten
bir tarihi gerçek olan Karız Su Tüneli,
Çin Halk Cumhuriyeti'nin
Uygur Özerk Bölgesi'nde bulunan ve
Tanrı Dağları'ndan Turfan şehrine kadar
yer altında uzanan ve
Çin Seddi'nden sonra
dünyanın ikinci uygarlık harikası olarak
değerlendiriliyor.
Bu gün olduğu gibi,
dün de
"Avrasya Uygarlığı" hep vardı ve
öndeydi."
"Karız" sözcüğü;
kehriz, lağım ve yeraltı su yolu demektir.
Suyun aktığı yeraltı kanalı anlamına gelen
"teşme" olarak da söylenmekte.
Aslında,
bölgede Karız'ın yapımında kullanılan
bazı Türkçe kökenli sözcüklerden de anlaşılacağı gibi,
bu uygarlık harikasını yapanların
Türk olduğu anlaşılmakta.

Örneğin:
Tuynuk: Kuyu.
Kurutka: Sert çamur.
Küz: Kaynak.
Karizçi: Kuyu kazan kişi.
Geltekçi: Hayvan sürücüsü.
Yuklima: Kuyu ağzına konulan örtü.
Tirek: Direk.
Yanlık: Yana konulan tahta.
Çukka: Tehlike işareti.
Suğuk çüşüş: Soğuk havanın içeri girmesi.
Suğukçi: Sucu kişi.
Kuduk seviti: Çubuktan örülmüş küçük sepet.
Ketmin: Kazma, kazıcı.
Çığrık: çamur makinesi (elle).
Yağ: Yağ.
İlmek: Dut ya da karaağaç çatalından yapılan tarak.
Tilma: İlk kuyunun başı...vb".
"Karız,
deniz seviyesinin altında kalan tarım alanlarına,
köylere ve yerleşim merkezlerine
suyu taşımaya yarayan
yatay ve düşey yeraltı su tünelleri - galerileridir.

Bu kanalları
yaklaşık 100 metre yeraltında
konumlandırmanın amacı,
güzergahın geçtiği çölde
ortalama +40 derecenin bulunduğu
hava koşulları düşünülerek,
sızıntı ve buharlaşmadan kaynaklanan
su kayıplarını azalmaktır.

Bir karız
tamamen yer çekimi kuvveti ile
işlemektedir.
Bu şekilde tasarlanıp,
kendi içindeki eğim dikkate alınarak
suyun doğal eğimi ve akar kotu,
iki karız arasında eğim hesabı ile yapılmış olup,
pompa gereksinimini ortadan kaldırmıştır.

Örneğin:
Turfan'a bağlı
Piçan ile Dalankarız ilçeleri arasındaki
karız uzunluğu 8 km. olup,
190 adet kuyu bulunmaktadır.
Kuyular arasındaki kot farkından anlaşılacağı gibi,
karız içinde suyun doğal akar eğimi en az %1'dir..."

(Dursun Özden. Aydınlık Dergisi. Eylül 2004)


-Türkler Anadolu'ya Ne Zaman Geldi?-


Tekrar tarihe dönecek olursak,

aşağılık kompleksinden kaynaklanan aynı tavrı, tarihi konularda da izlemeye devam ediyoruz.

Anadolu'da
Hititleri, Etileri, Urartuları yok sayan,
kendisi ile bağlantısını bulamayan tarihçilerle
kendi tarihimizi öğrenme şansımız var mıdır?
Ülkemizde bulunduğu halde,
bugüne kadar her nedense okunamamış
"Yazılıkaya" anıtındaki yazının da
doğrudan doğruya Türkçe bir yazı olduğu,
bu nedenle,
5000 yıllık Sümer tabletlerini çözebilen
batılı ilim adamları,
bu anıttaki yazıyı okudukları takdirde,
Türklerin Anadolu'ya gelişlerinin
çok eski tarihlerde gerçekleştiğini
istemeyerek ispat etmiş olacaklarını düşünerek,
kıskançlıklarından
bu yazıyı okumadıkları kanaati
gittikçe kesinlik kazanmaktadır.
Ancak,
ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar,
gerçekleri sonsuza kadar saklamak
mümkün değildir.
Bugün olmazsa yarın
ama mutlaka bir gün
bütün bunlar sağlam delillerle
Türk'ü inkar eden
dünyanın gözüne sokulacaktır.
Tıpkı
Sümer tabletlerinin
okunmasından sonra ortaya çıkan gerçekleri
kimsenin inkâr edemediği gibi.
Şu bir gerçektir ki;
Türkler gittikleri her yere
medeniyet götürmüşlerdir.
Bunun en güzel örneklerinden
sadece bir tanesini
Sümer yazılı tabletlerinden
okuyabiliyoruz artık.
Sümer Türkleri
Mezopotamya'ya geldiklerinde
orada yaşayan yerli halkın
ne durumda olduklarını
bakın ne kadar açık anlatmışlar:

"Yemek için ekmeği bilmezlerdi.
Giyinmek için elbiseleri bilmezlerdi.
İnsanlar toprak üzerinde uzuvlarıyla
(yarı sürüngen) yürürdü.
Hayvanlar gibi otu ağızlarıyla yer,
hendeklerin suyunu içerlerdi."
(Prof. Leonard Wooley-Sümerler)

-Amerika'da Türk İzleri-

Görüldüğü üzere,
yazıyı bulmuş bir medeniyetin
temsilcilerinin geldiği bölgede
diğer insanların
hangi şartlarda yaşadığı aşikardır.
Sümerler
Mu kıtasının batışından sonraki dönemde,
bir Mu kolonisi olan ve
hemen hemen
Asya kıtasının yarısından fazlasına hükmeden
Uygur İmparatorluğunun
batıya göç eden bir parçasıydı.
Meksika'da bulunan
yazılı tabletler de Maya dili ile yazılmıştı ve
12.000-60.000 yıllık bir geçmişten bahsediyor,
batık kıta MU'yu haber veriyordu.
Böylece,
Tibet'te bulunan tabletlerin
doğruluğunu da teyit ediyordu.
Daha doğrusu bu iki uzak mekanda
bulunan yazılı kaynaklar,
geçmiş hakkında verilen bilgilerin
sağlamlığı konusunda
birbirlerini teyit ediyorlardı.
Bu
Meksika'da bulunan tabletlerin anlattıkları
ve kayıp Maya medeniyetinde kullanılan
çok sayıda kelimenin Türkçe oluşu,
(O kadar Türkçe ki,
bu gün kullandığımız Türkçeyle bile
doğrudan aynı olan
çok sayıda kelimeler var.)
Maya, İnka, Aztek uygarlıklarının
kalıntıları olan Kızılderililerin kullandıkları
dillerde bile bu kelimeler
yaşamaya devam ediyor.
Sadece kelimeler mi?
Tabii ki hayır!
Sadece konuştukları dil değil,
yaşam biçimleri,
ev olarak kullandıkları mekanlar,
çadırlarında ve kilimlerinde
kullandıkları desenler bile
bugün Anadolu'da halen kullanılmakta olan
desenlerin birebir aynısı.
Biraz detaya indiğinizde,
eski Sümer kelime,
sembol ve yaşam biçiminin,
bugün Asya'da ve Anadolu'da kullanılan kelimelerin,
kullanılan sembollerin,
yaşam biçiminin ve inançların aynılarını,
Amerika kıtasında yaşamış olan
Maya, İnka, Aztek uygarlıkları ve
onların devamı olan Kızılderililerde
görebilirsiniz.
Bu kadar geniş bir coğrafyada
bu aynılık artık
inkar edilememektedir.
Kıskançlıktan kaynaklanan inkarlar ise
yavaş yavaş belgeler konuşmaya başladığı için
çaresiz bir suskunluğa dönüşmektedir.
Aşağıda
bu konuda yapılan tespitlerden
bazılarına yer verilmiştir:

Kızılderililer Türk Mü?

"İndiana Üniversitesinden
Amerikalı Profesör Denis Sinor
Sibirya Türklerinden Tunguz kabileleri ve
Yukagir'lerin Tunç çağı evrelerinden beri
Kızılderililerle ortak bir kültüre
sahip olduklarını tespit etmiştir.
Huş ağacından oyulmuş kayıklar,
Pirok yani deri,
ağaç kabukları örtülerek yapılmış barınaklar ya da
Kızılderililerin yarı küresel (Wigwam) veya
konik(tepec) çadırları tipinde ortak kültürler,
önünde yarık bulunan hafif giysi türleri,
makosenler,
karlı ormanların temel ulaşım aracı
kayak gibi donanımlar tespit etmiştir.
(Erken iç Asya Tarihi- Prof. Dr. Sinor- S. 102)"
(Tanrının Türkleri- Cilt.1- S.314- Semih Tufan Gülaltay)

"Sümer Tanrıçası İnanna'yı
sembolize eden İnanna'nın "Ay kayığı"
simgesi olan hilal şeklindeki,
boğaza takılan kolyeye Tork denilmektedir.
Anadolu'da
Hitit devleti kurulmadan evvel
yaşayan Tork-lar (Torkom)
Hitit devleti sonrası
kralları Pamba devrinde
Hititlere boyun eğmek zorunda kalmışlardı.
(The Hitites-Gurney-Pelican-U.S.A.) (Age. Sayfa:315)

"Tork isimli,
Tanrıça İnanna timsali kolyeyi
tıpkı Torkom'lar gibi Bozok (Etrak) kabileleri olan
sarışın Kızılderili kabilelerinden
Navajo'lar, Şanı'lar, Ocibya'lar
kemikten yapılmış olarak
boyunlarına takmaktadırlar.
Bu
"Tork"ları,
Çokta Kızılderilileri
hilalin ortasına yıldız koyarak
göğsü kaplayan geniş bir
Ay yıldız kolye olarak kullanırlar.
( H.C. Tanju- Tunçderililer- S.68)" (Age. Sayfa:315)

"Sümer alfabesinde
"Tork" timsali C,
hilal "N" harfi yerine geçer.
Fin-ogur dilinde de
"Tork" kelimesi boğaz,
boyun anlamına gelen
C hilal ile sembolize edilirdi."
(Age. S.315)

"Mayalar
kendi dillerine aynı bizim ifademizle
"Mayanca" demektedirler.
Maya'ların
Orta Amerika'daki
önemli yerleşim yerlerinden olan
"Yuka-tan" isminin
Türkistan'ın
Yok-Tan bölgesinden gelme
olduğu anlaşılmıştır.
Bu bölge
Sümer Türklerinin
Mezopotamya'ya göçmeden evvelki
yerleşim sahası idi...

Tahiti adasına ayak basan
Captan Cook Kızılderililerin
başlarına taktıkları çiçekten başlığa
Türk adı verdiklerini
1769 yılında tespit etmiştir.
(Papau Mailu Language- D'Argingy- Luzac- New Guiness) (Age. S.315)

"Fiji adalarında
Rotuma yerlilerinin dillerinin
Altaik dil olduğu
tespit edilmiştir.
Ayrıca
Endonezya adalarının dillerinin de
Altay dillerinden olduğu
anlaşılmıştır.
(H. Cemil Tanju-Tunç derililer. S.106) (Age.s.316)

"Doktor kelimesi yerine
"Ah-men",
kırık çıkıkçıya "Kak-bak",
şifacı hekime"Ah-bak",
çocuk doğurtan ebeye
"ilk-alan-zah" derlerdi."
Bütün Altaylılar gibi
Kızılderililer birbirlerine
amca, baba, teyze, hala, ağabey
diye hitap ederler.
Maya Kızılderililerinde
1878 yılında el öpme adeti
tespit edilmiştir.
(Tunç derililer. S.162) (Age. S. 316)

"Mohavk Kızılderilileri
uzun eşek oyunu da dahil
12 Anadolu oyununun
11 tanesini bilmektedirler.
Güreş ise
bütün Kızılderili kabilelerinde
dua ile başlanılan
en önemli ata sporu olarak
tatbik edilmektedir."

"Brezilya ormanlarında
Zakuma Kızılderililerinde güreş,
rakiplerden birisi
can verene kadar devam eder.
Bizdeki "Kırkpınar" efsanesinde de
pehlivanlar can verene kadar
güreşmişlerdir."

"Anadolu Türklerinin
parmaklar arasına sicim gererek o
ynadıkları sicim oyunu
Atabaşkan ve Keçuva kabilelerinde de
oynanmaktadır.
Üstelik figürler ve isimler de aynıdır.
Eğer
Anadolu'da bir figüre yıldız deniliyorsa,
Kızılderililerde de yıldız denmektedir."
(Tunç derililer. S. 181) (Age. S. 316)

"İnka'lar kök sülalesine
"Ay-ullu" yani ulu soy demekle beraber,
kendi yöneticilerine
Kur-Hakan demekteydiler.
İnka'lar çocuklarına
bir kahramanlık gösterene kadar
ad vermezlerdi.
Ad verme işlemi
merasimle yapılırdı.
(Dede korkut destanlarından
Boğaç Han destanı hatırlanırsa,
orada da çocuk
bir kahramanlık gösterdikten sonra
ad almış ve
bu ad alma işlemi de
bir törenle gerçekleştirilmiştir.
M.K.)
bir kişi ölene kadar
bir düzine ad ve nam
sahibi olabilirdi. "

"Mayalarda
buluğ çağına eren
çocuklara ok ve yay verilirdi.
Kafkasya Türklerinde
hala yaşatıldığı üzere,
kadın kocasını adı ile çağırmaz,
"Evin büyüğü", "çocukların babası" gibi
sıfatlar kullanırdı.
Kına yakma
bütün Kızılderili kabilelerinde,
Anadolu ve Orta Asyalı
Altaylılar gibi uygulanmaktadır.
Beşik kertmesi töresi
aynı şekilde yaygın bir töredir."
(Age. S. 317)

Yukarıdaki paragrafta
anlatılanların tamamı
Anadolu'da yaşanmakta olan
Türk kültürünün bire bir aynısıdır.
Bu kadar yakın ve benzer
bir yaşam biçiminin
binlerce kilometre uzaktaki bir kıtada
aynen yaşanıyor olması
tesadüflerle izah edilebilir mi?

"İnkalarda
aşağı sınıftan yani
"Kara budun"dan olan birisi
bir boğayı öldürmeden
evlenme hakkı kazanamazdı. "

"Mohavk ve Atabaşkan kabilelerinde
Kore Türkleri olan İlu'lar gibi,
nişanlı kızlar
saçlarına nişan tüyü takarlar."

"Loğusa kadın
bütün Altaylılar gibi
kutsal sayılır.
Loğusanın kırkını yaparlar.
Ölülerini
bütün Altaylılar gibi,
silahları ve atı ile birlikte
"Kur-gan"lara gömerler.
Kan davası bir töre olarak uygulanır."

"Cenaze merasimlerinde
bütün Altaylılar gibi
ölü ağlayıcıları tutarlar.
(Anadolu'da,
Ankara yöresinde bu gelenek
"Yasçı Tutmak" olarak
yakın zamana kadar
uygulanmaktaydı.
Son zamanlarda azalmış durumdadır.
Aynı gelenek
yine Ankara il sınırları içindeki
Kürt köylerinde de uygulanmaktaydı ve
halen uygulanıyor. M.K.)
Mayalar
ölüm yıl dönümünde "Yıl aşı" verirler,
cenaze törenlerinde
erkekler yüzlerine
kara boyalar sürerlerdi."
(Age. S. 317)

"Toltek Kızılderililerinin
gebelik ve bereket tanrısı
"Tez Katlı Poka"
(Tez katlı boğa)dır.
Kızılderililerde
cennet ve sırat köprüsü
kavramı vardır.
Cennete Vakui
(Akui- Altından ırmaklar akan yer)
derler."

"Siu Kızılderilileri'nin
1870 yılı sonlarında
Papıti, Muhave, Kalamat, Şoson, Irok
gibi kabilelerinde "Hu" çekerek
Bektaşi semahlarına benzeyen
ayinler yaptıkları
tespit edilmiştir.
(Tunç derililer.s.246)"

"İnkalarda
Kopuz benzeri bir saz kullanıldığı
tespit edilmiştir.
Aztek ve Mayalar "Ç-şıra" (şıra)
isimli içki içerler.
İnkalar ise bu içkiye
"Çira" derlerdi."
( Age.318)

-'Kızılderili
ve
Türk Dillerinde' Kullanılan
Ortak Kelimeler-

"Toplam 600 lehçeden oluşan
Kızılderili lehçelerinin
ortak büyük kütlesi
Atabaşkan Kızılderililerinin dilidir.
Bu dil Altay dillerindendir.
Bu dil
diğer dillerin
ortak buluşma noktası
niteliğindedir.
Bazı örnekler:
Yatkı : Ev, yatılan yer
Dodohişça : Dudak
Lı-ık : Vatan, ili
Tamazkal : Hamam, temiz kal
T-sün : Uzun
Hogan : Kerpiç ev, Hopan
Missigi : Mısır
Tepek : Tepe
Hu : Selam
Tete : Dede
Türe : Türe, Töre
Atış-ka : Ateş
Yanunda : Yanında
Aş-köz : Yemek
Tapa : Tuba
Yu : Su, yu-mak, yıkamak
İldiş : Dişleme

-Şimdilik Sonuç-

Türk tarihi açısından
daha işin başında
bulunmaktayız.
Eğer,
rahmetli Atatürk'ün kurmuş olduğu
Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu
gibi kurumlar
kuruluş amacı doğrultusunda
çalışmalarını bu güne kadar
sürdürebilmiş olsalardı,
şimdilerde yolun başında değil,
belki ortalarında olurduk.
Bugün de
çok geç kalmış sayılmayız.
Sadece
kendi gerçek izlerimize ulaşmak için
çaba göstermemiz gerekiyor.
Bunu başarabilmenin birinci şartı da,
dünyaya, insanlara ve olaylara
Türk gözüyle bakmaktır.
Başkaları tarafından
bize verilen gözlüklerle
dünyaya, insanlara ve olaylara bakarsak
gerçekleri göremeyiz.
Bir düşünsenize,
"atlı kültür, atlı kültür"
diye dayatılan şey sonunda
Türklerin bütün hayatı imiş gibi
konuşulmaya başlandı.
Tamam atı biz ehlileştirdik,
atlı bir hayatla iç içeyiz, s
avaşta ve barışta at binmede
üstümüze yok.
Ama insaf yani, hepsi bu kadar mı?

Bu sakat mantığa göre şimdi;
-Orhun abidelerini
atalarımız
at sırtında mı yazdı?
-Ya da bir ara
dinlenmek için
mola verilen su başında taşları görünce,
dayanamayıp kılıçlarının burnuyla
çentikler atarak mı yazdılar?

-Altın elbiseli adam
adı verilen muhteşem altın zırhı
(ki dünyada bir eşine,
benzerine rastlanmadı bu güne kadar)
at sırtında
uzun bir yola giderken mi yaptılar?

-Bir vuruşta bir atı ikiye bölen,
çifte su verilmiş
o dehşetli Türk kılıçlarını
at sırtına örs koyup da
yollarda mı yaptılar?
O çeliği at sırtında mı geliştirdiler?

-Pazırık kurganından çıkan
o harika Türk halısını,
atların arasına ip gerip,
boşluğa tezgah kurarak mı dokudu
Türk kızları?

-Kurdukları sayısı belirsiz
Türk devletlerinde kullandıkları ve
bizim yeni yeni tanıştığımız
Türk altın ve gümüş sikkelerini
darphane yerine,
kayalık bir zeminde giderken,
atların ayakları altına attıkları
altın ve gümüş parçalarını
at nallarıyla ezerek mi kestiler?
Para kestikleri kalıpları da
at sırtında çakı ile mi oydular?

-Tanrı dağlarından Turfan'a kadar,
çölün altında bir ağ gibi örülen ve
uzunluğu beş bin metreyi,
derinliği yer yer yüz on metreyi bulan
su kanallarını
köstebeklere mi kazdırdılar?
Hem
at sırtında yaşayan insanların
bu kadar uzaktaki suyu getirmek için
kanala, tünele ne ihtiyacı var?
Gider atlarını orada sular gelirlerdi.
Öyle değil mi?

-Başka hiçbir yere bakmaya gerek yok.
Tek başına Tac Mahal'i niçin yaptılar acaba?
Atlarıyla sadece oradan geçiyorlardı nasıl olsa!
Yoksa kendileri yapmadı,
yaptırmadı da bir talan sırasında
Çin'den ganimet olarak alıp
at sırtında oraya mı taşıdılar?

-Hindistan'ı,
Güney Azerbaycan'ı (İran'ı),
bütün Asya'yı süsleyen Turkuaz kubbeleri,
muhteşem mabetleri,
kılıçlarıyla atların sırtında
ayağa kalkıp gökten mi indirdiler?

-Nankör Arap zihniyetinin yıktığı
Beytullah bekçisi,
kartal yuvası Ecyad kalesini
bedeviler mi yapmıştı oraya?

-Farabi, İbni Sina,
Ali Kuşçu, Yusuf Has Hacip,
Kaşgarlı Mahmut, Biruni
ve binlerce Türk dehası ve dahisi,
bütün eserlerini ve araştırmalarını
atlı gece yürüyüşlerinde oluşan
sessizlikten yararlanarak mı yazdılar?

Bu soruları
sayfalar dolusu, ciltler dolusu
sormak mümkündür.
Burada
sorulan ve sorulabilecek
her soru,
Türk milletinin bütün tarihini
at sırtına bağlayarak,
atalarımızı çapulla, talanla geçinen,
yerleşik bir medeniyetleri olmayan
ilkel bir topluluk
seviyesinde göstermeye çalışanlara
vurulan bir tokattır.
Bu tokadı hak edenler,
sadece kendi ulusal çıkarları gereği
Türk Milletini aşağılamayı
kendine meslek edinen yabancılar
değildir.
Aynı zamanda
yıllar boyu,
kendi nesline,
kendi milletini küçük göstermek için
çaba sarf eden,
küçük beyinlilerdir.
Bunların adları
ne olursa olsun,
sonuç değişmez.
O kuru mantıkları ile tuttukları yol
Türk Milletine hizmet etmemiştir,
etmemektedir.
Tarihçilik,
engin ve dehşetli bir uzak görüşlülükle
M.Ö. 12.000-60.000 yılları arasından
başlayarak tarihte
Türk izleri aramaktır.
Türk tarihini
Malazgirt zaferinden başlatanlar,
tekrar Malazgirt önlerine geldiklerinde,
(Gidişat oraya doğrudur)
buharlaşır giderler.
Kısacası,
Türk kültürü atlı bir kültürdür.
At,
Türkün hayatında önemli bir yere sahiptir.
Ama Türklerin medeniyetlerini
atla sınırlamak
çok büyük bir haksızlıktır.


-Alıntıdır.-
Konuyla İlgili Diğer Alıntılar:
-