5 Ocak 2009 Pazartesi

Sivil Örümceğin Ağında Liberal Görünüm Altında, Küresel Elit Emperyalimin, 'Ulus Devleti' Yoketme Taktikleri

-Bu yazı Bir Derlemedir.-
ABD'nin öncelikle NATO üyesi ülke ordularının subaylarını Amerika'ya götürüp eğitmesi bilinen ve kanıksanan bir şeydir.

Ne var ki, Kızıl ordu subaylarını da IMET kapsamında ABD'de, hem de "demokrasi" başlığı altında eğitmesi operasyonun en tipik uygulamasıdır.
GAO (Sivil Toplum Örgütü sözcüklerinin İngilizce karşılığı) raporunda bu uygulama, "program aynı zamanda ordu üstünde sivil denetimin geliştirilmesi" olarak açıklanmaktadır.

Bu işler için 1992'de 153; 1994'de 471 bin dolar harcanmış ve Rus ordusundan 18 orta ve üst düzey subay ve Dışişleri Bakanlığı'ndan 19 memur ABD'ne götürülmüş ve eğitilmiştir.

ABD elçiliği bu işlerin 10 ila 20 yıl içinde amacına ulaşacağını ve eğitilen subayların gelecek vaat edenler arasından seçildiğini vurgulamaktadır.

DARBENİN "KÜRESEL"YÜZÜ

Toplumla devlet arasına giren yeni örgütlenmelerden beklenen, devlet egemenliğine paralel bir egemenlik kurulmasıdır.

Dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir devlet bunu kabul edemez.
Çünkü paralel egemenlik demek, o ülkede yeni bir güç odağı oluşturarak yeni ve etkili bir ortak yaratmak, erki anayasal sorumluluk taşımayanlara devretmek anlamına gelir.
Yurttaşlar bu iki başlılık arasında sıkışıp kalır.

Hukuksal eşitliğin yerini paraleldeki örgütün sunacağı ayrıcalıklar alır.
Yeni egemenlik merkezinin güdümüne girenler, devletin egemenlik alanından ayrılırlar.

Bu ayrılış, ilk bakışta "özgürlük" gibi algılanırsa da,
ülkedeki yurttaşların arasındaki geleneksel ve yasal ilişkileri parçalar.
Giderek bir tür cemaat, dernek, vakıf derebeylikleri oluşur.

‘Derebeylik' deyince bunun ille de, şatolarda oturan köylüleri köleleştiren eski zaman beyleri akla gelmemeli.

Bu paralel devleti bir dinsel öbeğin şeyhi, dedesi, babası da kurabilir.

Büyük boyutlu bir şirkete sahip bir aile,
kendi içinde cemaatleşmiş sivil(!)bir örgüt,
ya da bir mafya ailesinden birkaç kişi de kurabilir.
Zaten demokrasinin ve Cumhuriyetin erdemi de bu tür olasılıkları ortadan kaldırmasında, yurttaşların kökenine, toplumsal konumuna bakmaksızın eşit kılmasındadır.

Demokrasi ve Cumhuriyetin yaşatılması da bu temel ilkenin titizlikle korunmasına bağlıdır.

Bir ülkede, devlete paralel egemenlik odağı kurulması sakıncalı olduğuna göre, herhangi bir devletin, bir başka devletin egemen topraklarında paralel bir egemenlik ağı kurulmasının kabul edilmesi o devletin kendisini yadsıması anlamını taşır.

"Buna izin verilmeli midir?"sorusunun ilk yanıtı elbette "Kesinlikle hayır!"olacaktır.

Çünkü uluslararası alanda egemenlik, hem devletlerarası hukuk ve hem de Birleşmiş Milletler gibi uluslararası uzlaşıya dayalı kurumların hukukuna yaslanır.

Bunun dışındaki her girişim, devletleri yıkmaya ya da uzaktan yönetmeye yöneliktir.

Kâğıt üstünde bugüne dek böyle de yürümüştür bu kural.

Ne ki, son elli yıldır, ülkenin içişlerine, ittifak anlaşmalarıyla yön veren egemen devlet yönetimi, kendisine rakip gördüğü sosyalist düzenler yıkılmaya yüz tutunca, artık kimliği ve yapısı ne olursa olsun devletlerin egemenlik alanı içinde, açıktan paralel egemenlikler yaratmakta bir sakınca görmemektedir.

Bu tutum, halkın şu ya da bu demokratik ve bağımsız örgütlenmesiyle ya da demokratik örgütlere verilen uluslararası destekle karıştırılmamalı.

Yabancı devletin, bir ülkenin içinde örgütler kurmasının, eski örgütleri, sendikaları, odaları yönlendirmesinin, onlardan raporlar almasının, bu raporlara göre o ülkeye yön vermesinin bir tek anlamı olabilir.

O da, ülkede varolan devlete paralel, merkezi dışarıda bir yönetim oluşturmak.
Bunun tek sonucu da operasyon nesnesi olan devletin egemenliğinin örtülü olarak yok edilmesidir.

Paralel yönetimin oluşturulma süreci, uygulamada ülkeden ülkeye küçük değişiklikler gösterse de, ana program değişmiyor.

İçine sızılan devletin bürokratlarının da yardımıyla, yaygın bir ‘medyatik' ve ‘entelektüel' yedek güç operasyonuyla, Amerikalıların "manufacturing public perception" dedikleri "kamuoyunun algılama dizgesini üretme" sürecinde, aşamalar bir bir geçiliyor.

Algılama dizgesi üretimi' sonucunda, o ülke insanları, aslında kendilerine benimsetilmiş olan düşünceleri ya da eylem planlarını, bizzat kendi kurumlarının, kendi beyinlerinin ürünüymüş gibi algılayıp, eyleme geçiyorlar.

ULUS DEVLET ADIM ADIM YIKILIYOR
Beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme süreci 21 adımda gerçekleştiriliyor:

1.- Kamuoyu oluşturucuları, (bizdeki adlandırmayla) aydınlara, yazarlara, bilim adamlarına yönelik içerde ve dışarıda, masrafları karşılayarak, konferanslara çekmek.
Katılımcılarla doğrudan ilişki içinde, ilgili ülke hakkında bilgi almak ve "düşünce ve örgütlenme" özgürlüğü başlığı altında yeniden yapılanma düşüncesini benimsetmek.
2.- Alt örgütler yoksa, hemen Helsinki Nihai Senedi kapsamında Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve koşullar olgunlaştıkça, uzaktan yönlendirilebilecek bir ilişkiler ağı altında insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlerin kurulması,

3.- Yeni propaganda aygıtlarının (radyo, gazete, dergi, televizyon, video yayını)devreye sokulması.
Bilimsel ve magazinsel içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne sürdürülen yayınların yoğunlaştırılması.

İnsan hakları ihlallerinin yaratılmasıyla sürecin hızlandırılması,

4.- Casuslar yerine yayın muhabirleriyle yerinden bilgi elde etmek için yaygın bir yayıncı eğitim programının gerçekleştirilmesi,

5.- Bilimsel ve toplumsal konferansların çoğaltılması.
Yerel vakıf ve "think thank" derneklerinin kurulması,
6.- İşadamları derneklerinin, sendikaların kurulması,
varolanların içine bilim danışmanlarıyla sızılması.
Siyasi partilere eğitim programlarıyla,
particilik dersleriyle yaklaşarak kadroların yönlendirilmesi,
gençliğin "düşünce özgürlüğü" ve "siyasal katılımcılık "propagandasıyla örgütlenmesi,
7.- Gizli ve yarı gizli istihbarat çalışmalarının azaltılması,
buna karşılık medya muhabir ağıyla açık ve yaygın istihbarat toplanması, olanaklıysa Amerikan televizyonlarının yerli şubeleriyle yayına geçilmesi,
eksik ve yanlış bilgilendirmeyle kitlelerin yönlendirilmesi, eğitim seminerleri, konferanslar, geziler düzenleyerek yerel medya ile kalıcı bağlar oluşturulması,
8.- Etnik ayrılıkları güçlendirmek üzere kültür anımsatma programlarına başlanarak yerel toplantılardan uluslararası toplantılara adam taşınması, ulusal ve bölgesel tarihin bütünleştirici özelliklerinin azımsanılarak, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılması,

9.- Yanlış ve eksik bilgilendirme: Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, toplumsal kimliği karıştırmak için tarihsel ve toplumsal gelişim gerçeklerini tahrif ederek, yeni kimlikli topluluklar yaratılması.

10.- Yolsuzluk kampanyalarını, "yerinden yönetim" taleplerini yükselterek devlet egemenliğinin zayıflatılması, yolsuzluk olaylarını abartarak topluma aşağılık duygusunun yerleştirilmesi, halkın çaresizliğe itilmesi.

11.- İktisadi ortamı denetleme: Borç ekonomisinde dalgalanmalar yaratmak üzere, para piyasalarının dışarıdan gelen vur kaç tefecilerine sonuna dek açılması.
12.- Merkez devlete güvensizlik yaratma: Kritik dönemlerde iktisadi bunalım yaratılmasıyla umutsuzluğa düşürülen yerel sanayicilerle ve üreticilerle konferans, sempozyum adı altında doğrudan ilişkiye geçilerek, devlet merkezine karşı güvensizlik aşılanması.

13.- İşadamlarını örgütleme: Yerel işadamı örgütlerinin ve ilişki bürolarının kurulması; başına buyruk, devlet denetiminden giderek uzaklaşan "serbest ekonomi"ve "serbest pazar" düzeninin kabul ettirilmesi.

14.- Ulusal sanayinin yıkımı: Ulusal iktisadın çökertilmesi için, ulusal sanayileşmenin ve enerji kaynaklarının yıkıma uğratılması; toplum ile devlet arasında çatışmayı da içerecek biçimde, çevreci akımların, örgütlerin desteklenmesi ve ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynakları işletmeciliğinin ulusal egemenlik alanının dışına çıkartılması.

15.- Orduları ulusal savunma kimliğinden koparma: Güvenlik güçlerinin ulusal yapılarının korunmasına yönelik müdahalelerini önlemek için profesyonelleştirmek.

Devlet egemenliğine sahip çıkmaya çalışan orduları geriletmek için, kışkırtmalara başvurularak, ordu yönetimlerinin günlük siyasete çekilmesi, ordu içinde politik tartışma, ordu ile halk arasında cepheleşme yaratılması.

Bağımsızlık isteyebilecek ordu unsurlarının güdülü ihtilal komitelerine çekilerek cezalandırılarak ya da inceden planlanmış "terfi"oyunlarıyla tasfiye edilmeleri.

16.- İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesi: Liderlik programlarıyla, güdümlü yeni dünya düzenine tapınan ultra-liberal önderlerin üretilmesi ve yeni partiler kurulması, varolanlara yeni liderlerin yerleştirilmesi; parti programlarının rejimle hesaplaşmaya yönelik, birer kışkırtma programına dönüştürülmesi.
17.- Ulusal bunalımlar yaratılması: Ülkede sık sık iktisadi dalgalanma yaratılarak bunalım aralarının azaltılması. Ulusal devlet merkezinin elindeki en önemli güç olan para kaynaklarının, bankaların, devlet şirketlerinin kapatılması, yabancı şirket egemenliğine geçirilmesi,

18.- Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi: Yaratılan iktisadi bunalımlar sonucunda, ağır sanayi işletmelerinin, enerji ve iletişim kurumlarının "özelleştirme'' adı altında yabancı şirketlere yok pahasına devredilmesi; bağımsızlığı pekiştirecek büyük projelerin önlenmesi.

Belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devredilmesi: Yerel yönetimi güçlendirme adı altında, toplumsal hizmetlerin, "karlılık" esasına oturan şirketlere devredilmesi, su ve elektrik işletmesi gibi kentsel kurumların yabancı şirketlere devredilmesi için gerekli düşünsel altyapının oluşturulması.
19.- Silahlı gücün zayıflatılması: İktisadi bunalımı bahane ederek, toprak bütünlüğünü koruma aracı ulusal ordunun, silah donanımlarında, komuta kontrol ve iletişim sistemlerinde yenilenme alımlarının kısıtlanarak , zayıflatılması ve ulusal sınırların gevşetilmesi,
20.- Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi: Seçim darbesiyle egemen devletin ele geçirilmesi.

Merkezi direniş olursa, yaygın ve sürekli kitle gösterileri düzenlenmesi.
Bu sürecin hızlandırılması için halkı ikna edici etnik çalışmaların düzenlenmesi, ölümle sonuçlanan kışkırtmalarla etnik ya da mezhepsel kimliklerin kemikleştirilmesi.

21.- Kültürel kaynaşmanın yıkımı: "Çok kültürlülük" propagandasıyla toplumsal ortak kültürün temellerinin yıkılması.

Din kültürünün parçalanmasıyla geleneksel akışın kesilmesi;
ulusal dayanışmayı pekiştirici etkisinin yok edilmesi için,
"medeniyetler arası diyalog" programıyla,

Batının dinsel kurumlarının güdümünde eritilmesi.

Böylece azınlık din kurumlarıyla, ulusal egemenliğin karşısına ortak, dinsel cephe oluşturulması

KİMLİKLEME VE AYRIŞTIRMA
Ülke yasalarının ve anayasalarının çok etnikli,
federatif bir yapı oluşturacak biçimde yeniden düzenlenmesi,
operasyonun temel aşamaları arasında küçük ya da büyük,
kanlı ya da kansız olaylarla testler yapılarak,
oluşumun düzeyi ölçülerek hız ayarlanması ve
küçük program değişikliklerinin gerçekleştirilmesi asıldır.

Zaten testler, eski tür, örtülü "dirty work/pis işler"de olduğu gibi uygulanır.

Aşamalar birer birer geçilirken,
ülke dışında da paralel süreç yürütülür.
Çok kültürlülük propagandasıyla etnik ayrıştırma ve çatıştırma sürecinin güçlendirilmesi için insan hakları raporları giderek etnik azınlık hakları raporlarına dönüştürülür.

Avrupa ve Amerika'da etnik ve dinsel ayrılıkçı "diaspora"ya
parasal veya siyasal destek verilir.
Küllenmiş tarihsel çatışmalar, acılar yeniden ateşlenir.
Ülkede özgüveni sarsılmış halkın,

gün geçtikçe, yabancı kültürüne,
yabanı düzenine özenme eğilimlerini kışkırtılır.
Yaygın bir barış atağı görüntüsü altında,
tarihsel gerçekler unutturulup,
ilgili ülkeyi var eden tarih tersine döndürülür.

Bölgesel çatışmalar da kullanılarak,
ırk ayrımcılığı geliştirilirken,
tehdit değerlendirmelerini şaşırtmak üzere;
komşu ülkeler arasındaki ayrılıkları derinleştirecek
özel operasyonlar düzenlenir.

Yıllardır barış içinde yaşayan toplumlar
inanılmaz bir hızla önce ayrışır,
sonra da çatışır.


Sonuç,
ekonomisi yabancıların eline geçmiş,
zayıflamış merkezi egemenliğiyle dış politikada
bağımsız karar verebilme yetkinliğini yitirmiş,
yabancıların dayattığı kararlara mahkûm olmuş bir devlet ve
tarihsel-kültürel kimliğini yitirmiş
Batı'nın alt dereceli bir hizmetkârına dönüşmüş bir halk topluluğu. . . .

Geçiş döneminde yükselen kanlı çatışmalarla
gelecekte barış ve dayanışma içinde yaşama istekleri köreltilmiş,
yabancı devletin güdümündeki sözde "sivil" örgütlerin,
seçkin derebeylerin yönetiminde bir ülkeden "coğrafya"ya devrilmek!

Ve geride kalan,
Batı kartellerinin eline geçmiş, enerji kaynakları, her türden iç koruması kaldırılarak açık pazarlaştırılmış ve güvenliği Batı'nın ordularına terk edilmiş yeni tür bir kolonidir.

***
"THINK TANK" DENİLEN"GİZLİ VE GÜVENLİ ODA"
Her ülkede olduğu gibi, şirketler için esas olan devlet politikalarına ve kararlarına yön vermektir.


Yön verilecek olan, devlet yönetimi ve yasama organları olunca, yönlendirici elemanların geçmişi ve niteliği de önem kazanıyor.

Bu elemanların büyük çoğunluğu, devlet deneyimine sahip eski ve yeni görevlilerden seçiliyor.

İkinci eleman kaynağıysa, yine devlet organlarıyla içli dışlı olmuş akademisyenleri barındıran üniversitelerdir.

ABD, bu türden kaynaklar bakımından oldukça zengindir.

Dış ülkelerde izlenecek ABD çıkarlarına uygun ayarlama işlerine denk düşen araştırma, inceleme, değerlendirme çalışmalarını gerçekleştirecek olan dernek, vakıf, enstitü adı altında kurulan,
eski memurları akademisyenleri, şirketlerin seçkin yöneticilerini
bir araya getiren örgütlenmeler "think tank"adı altında toplanıyorlar:

Türkiye'ye "düşünce topluluğu" çevirisiyle ithal edilen,
ya da daha öykünmeci sivillerle,
yabancıya tapınmaya vardırdıkları için yaygın olarak kullandıkları
"think tank" II. Dünya savaşından kalma askeri bir oluşumdur.

ABD ordusunda,
planların ve stratejilerin değerlendirildiği güvenliği sağlanmış,
gizli ve özel odaya "think tank" denilmiştir.


Bu ad,
ordu dışında ilk kez, 1950'lerde,
askeriye ile bağlantılı olan,
özel şirket görünümlü "RAND Corporation"a verilmiştir.

ABD'de akademik görünüşlü "Institute"ile ideolojik görünüşlü Heritage Foundation gibi tutucuların örgütlediği vakıflar ile

CFR, Carnegie Endowment, Woodrow Wilson Centre gibi,
dış siyaseti tepeden yönlendirici
seçkin kulüplerin yanı sıra,
devlet tarafından kurulmuş CSIS gibi raporcu şirketler,
gibi doğrudan Dışişleri bakanlığına bağlı bürolar,

Middle East Forum, Washington Institute, Fredom House, CMCU, USIP gibi
yarı resmi merkezler de "think tank"olarak niteleniyorlar.

Hatta bunlara,
Unification Church, Professors World Peace Academy ve Religious Youth Service gibi Sun Myung Moon'un tarikat örgütleriyle,

ISNA(Islamic Society of North America), CAIR(Council on American Islamic Relations), Minaret gibi, islam dünyasını yönlendirerek ABD'nin iktisadi egemenliğine uygun politikaları destekleyecek ve toplum üstünde baskı kuracak olan cemaat örgütleri de katılıyor.
ABD'de bu tanıma uyan, binden fazla "think tank" örgütü bulunuyor.


Bu örgütler,
emekli dışişleri ve istihbarat elemanları,
Amerika'ya yerleşmiş üçüncü dünya elemanları,
operasyonlarda dünya deneyimli CIA eski istasyon şefleri ve akademisyen şefleri ve akademisyenler için önemli bir ekmek kapısıdır.

"Think tank" örgütlerinin en önemli yararı,
ABD yönetiminin sorumluluktan kurtarmalarıdır.

ABD resmi organlarının
başka ülkelerde araştırma ve incelemeler yapması,
o ülkelerce, şimdilerde pek kullanılmayan eski deyimle
"casusluk" etkinliği olarak değerlendirilebilir ve
devletlerarası anlaşmazlıklara neden olabilir.

Teslim edilen raporlar,
ABD resmi belgeleri olarak ele alınıp,
casusluk suçlamalarına yol açabilir.

İnsanlık yararına çalışır görünen vakıfların,
derneklerin hazırladıkları "entelektüel" ürün görünümlü"project" raporları,
ABD ya da Avrupa devletlerinin yönetimlerini bağlamayacaktır.
Üstelik "think tank" örgütlerinin masrafları da,
ilgili şirket ve vakıflarca karşılanırsa, devlet bütçelerine fasıllar eklemek,
ABD Kongresi'nden onay almak gibi
güçlükler de kolayca aşılmış olacaktır.
Daha da önemlisi,
dış ülkelerin Akademisyenlerine,
eski diplomatlarına hazırlatılacak raporlara kaynak aktarılırken
akademik bir görünüm verilmekle kalınmayıp,
"işbirlikçi" ya da "kökü dışarıda" gibi
rahatsız edici ulusal suçlamalara karşı
bir korunma örtüsü da sağlanmış olacaktır.

Bunların dışında, belki de en önemli yarar şudur:
Bir yabancı devletin kurumuyla ilişki kurmaktan çekinen kişiler
"think tank" denilen kuruluşlara rahatça girip çıkabilecek,
"think tank" denilen kuruluş da çok sayıda kişiyle
daha kolay bağlantı oluşturabilecek
ve hatta kitlelere ulaşabilecektir.

"ÖRÜMCEK AĞI"NDA LİBERAL ATILIM
Demokrasi adına gerçekleştirilen sızıntıyı
daha yakından görebilmek için,
Türkiye'de son 20 yılda örülen örümcek ağının bir bölümüne
yine Amerika'dan bakmak gerekiyor.

Ülkemizde kurulan yarı sivil ağdan çekeceğimiz ilmiğin ucunda
projenin hemen hemen tümüne teorik destek sağlayan bir etkinlik var.

Bu etkinlik güçlendikçe,
Türkiye'ye yeni genç liderler yetiştirecek.

Onları ABD'de ve Türkiye'de eğitecekler.

Ve şu köhnemiş siyasal yapılanmanın çökmesiyle ve
IMF'nin kredi koşulu olarak öne sürdürdüğü
siyasal değişim yasalarının resmileştirilmesiyle,
siyasal boşluk doğacağı hesabıyla yeşerecek
yeni partilere, genç kadrolar, yepyeni liderler yetiştirecekler.

Tasarım aşağı yukarı budur.

Cem Boyner'in Yeni Demokrasi Hareketi
girişiminden sonra gelişen bu tür oluşumlar,
NED (National Endowment For Democracy) kaynaklarından ve
AB'den destek alıyor.

Yasal konumu dernek olan bu oluşumlar,
"think tank"ten tercüme adlarıyla,
kendilerini düşünce topluluğu olarak sunuyorlar.
Liberal atılım,
"islam ve piyasa ekonomisini bağdaştıracak" propagandayla işe başlıyor.

NED dosyasındaki proje özetine göre,
liberal enternasyonalin Türkiye'deki şubeye verdiği görev şöyle:
"NED'den CPE'ye, CIPE'den Liberal Düşünce Topluluğu (LDT)'na,
1997 yılında, İş ve iktisat; medya ve yayın, politik çalışmalar için,
61.710 ABD doları...
Proje özeti:
ALT (LDT'nin İngilizcesi: Assosiation for Liberal Thinking)
bu program çerçevesinde
İslam ve demokrasinin bağdaşabilirliğini gösterecektir.

ALT, uluslararası alanda ün yapmış uzmanların tebliğlerini,
siyasetçilerden, iş dünyası liderlerinden, sivil liderlerden,
bürokratlardan ve medyadan oluşan bir topluluğa sunabilmeleri için,

İstanbul'da bir sempozyum düzenleyecektir.

ALT, daha geniş topluluklara ulaşmak üzere,
6 büyük kentte paneller düzenleyecek ve sempozyum belgelerini,
geniş olarak dağıtılacak bir kitapta toplayacaktır.

ALT, bu program boyunca,
yalnız konuyla ilgili entelektüel tartışmalarla sınırlı kalmayacak,
(aynı zamanda serbest) pazarı esas alan iyi bir iktisadi düzen ve Pazar iktisadiyatı kaynaklı bir reform etkiliğini de başlatacaktır.

Liberallerin Amerikan Ticaret Odası'nca
dış ülkelerde örgütlenmek için kurulmuş olan CIPE'ye sundukları proje
ne denli yararlı sonuçlar vermiş olmalı ki,
aynı Amerikan örgütü, 1999 yılında liberallere
49.779 Dolarlık yeni bir kaynak daha sağlıyor...

Bu kez amaç,
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerine ulaşmaktır.

Proje özetinden okuyalım:
"(Amaç) ALT'in iktisadi reform yasa önerisini
değerlendirmesi ve bir dizi akşam ve öğle yemekleri ile,
meclis üyeleriyle piyasa iktisadi reformlarını savunanların
birbirlerini etkileyebilecekleri toplantılar düzenlemesini sağlamak."

Yabancı devlet örgütlerinin parasıyla düzenlenen yemeklerde
reform görüşen meclis üyelerine ne demeli?

Bu vekillere,
Türk ulusunun vergilerinden oluşan bir bütçeden verilen maaşlar,
ele güne muhtaç olunmasın,
temsilcilerimiz iyi görünümlü,
özgüvenli bir yaşam tuttursunlar, diye veriliyordu.

Temsilcilerimiz,
bir yasa tasarısıyla ilgili önerileri görüşme ortamı bulmak üzere, illaki,
faturası Amerikan işadamlarının örgütünce ödenecek yemeklere muhtaç olamazlardı.

Liberal, hür, küresel, sınırsız ve sorumsuz çağın gereği yerine gelsin diyedir tüm bu işler...

İSLAM İLE LİBERALİZMİ BAĞDAŞTIRMAK
Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve
ulusal egemenliğinin korumasına yardım etmek üzere olağanüstü bir koalisyon hazırlanmış bulunuyor.
İşin aslına bakılırsa, NED 'in ağında herkese, her zaman yer vardır.
Bu kadar zahmet neden?, sorusunun yanıtını ve küresel dedikleri dünya egemenliğine bağlı,stratejik çıkarların ip-uçlarını, proje gerekçelerinde görmek olanaklıdır.
Liberal Düşünce Topluluğu 'na yapılan harcamaları
NED 'den aktaran ABD'nin CIPE adlı örgütü,
liberallerin projesini açıklarken,
"İslam'ın Pazar ekonomisi ile uyuşabileceği düşüncesini yaymak ve
ekonomik reformların propagandasını gerçekleştirmesi için
sempozyum ve milletvekillerinin katılacağı yemekli toplantılar örgütlemek,"diyor.

Global Partners listesine Association for Liberal Thinking,
alt satırını eklemiş olan Amerikan şirketlerinin
dış ülkelerde etkinlik örgütü olan CIPE,
aşağı yukarı şunu demek istiyor:
- Türkiye'de Müslümanlar var,
şimdi Liberal olarak bu insanları,
kendi dinlerinin benim Pazar düzenimle
uyumlu olduğuna inandırmak üzere toplantılar düzenle,
parası benden!
Bu çabanın altında yatan derin düşünceyi
yaşam örnekleri ile kavramak olasıdır.

LDT Derneği'nin kurucusu Profesör Atilla Yayla
(YN: Can Dündar'ın 'Mustafa' filminin de danışmanı!),
işin ucunu bir sert ataklığa dek götürüyor ve

Seattle'de yapılan WTO (World Trade Organization/Dünya Ticaret Örgütü) toplantısını protesto edenlere çok kızıyor.

21 Nisan 2000'de LDT' nun yayınında,
Globalleşme Düşmanlığından İntihara
başlığını taşıyan yazısında,
ülkesinin öncelikle yazarlarını
"derinlemesine analiz kabiliyetinden ölümüne yoksun"
olmakla karaladıktan sonra,
protesto gösterilerinin globalleşmeyi durduramayacağını anlatıyor ve protestocuların örgütlerini bir güzel benzetiyor.

Atilla Yayla'ya göre;
- Sendikalar, işgücünün serbest hareketinin önlenmesini ve
böylece üyelerinin yüksek gelirli işlerinin rekabetten korunmasını isteyen örgütlerdir.

Sermaye alabildiğine serbest hareket ederken,
işgücü serbest hareket edemez.

Çünkü işgücünü tutsak eden, hareketini önleyen sendikalardır.
Öyleyse Serbest Pazar ekonomisinde sendikaya ne gerek var?
Görüldüğü gibi,

Liberaller, ultra-liberaller, yeni liberaller, işverenler, seçkinler var...
Ama sendikalara gerek yok...

Bir liberale,
adı üstünde "özgürlükçü"ye,
Türkiye'de "sivil toplumcu" bir bilim insanının
sendika karşıtlığını bu kerteye vardırmasını anlamak zor.

Üstelik NED'in hürriyet ilkelerine de uymuyor bu tutum.

Liberal'e göre,
globalleşmeye karşı durmak,
o denli günah ki, liberalliğin yılmaz savunucusu liberal,
karşı ittifak içinde gördüğü kim varsa hor görüyor ve şöyle diyor:

- İnsan cinsini doğa herhangi bir böcekten daha değersiz bir türü olarak gören ve bazen insanda Lenin, Stalin ve Hitler'in yüksek bir ideal uğruna yaptığını sözüm ona doğa için yapmaya hazır olduğu duygusunu uyandıran çevreciler, radikal feministler, Marksizmin müminleri, üçüncü dünyalılar ve diğerleri...

Bunlar hangi ilke ve hangi amaç etrafında bir araya gelebilirler?..

Bunlara yakışan birlikte olmak mıdır;
yoksa, birbirlerinin gözünü oymak mıdır?..

Bu sözler, sözüm ona liberallik adına verilen bilimsel örneklerdir.
Daha sonra ayrıntılarıyla göreceğimiz gibi,
liberallerin anavatanı İngiltere'deki
sendika ve en hafif toplumsal proje düşmanlığının örgütsel bağlantıları, İngiltere'den Amerika'ya uzanmaktadır.

Liberalin bunları bilmemesi zayıf bir olasılıktır.

NED dolarlarıyla kendi ülkesinde yasal düzenlemeler yapımına girişen topluluğun kurucusu, işlevine uygun bir biçimde, globalizme karşı duranları, tahripçilik ile suçluyor ve diyor ki:

- Bu şey (eylemin hedefi) aslında özel mülkiyettir, serbest girişimdir,
hür ticarettir, yaratıcılık, çalışkanlık ve keşiftir.
Liberal, kehanette bulunmayı da unutmuyor:
- Bunu yok etmeyi herhalde başaramayacaklardır.

Başarsalar bile kendi kendilerini de yok etmiş olacaklardır. (!!!)

‘RESMİ' İDEOLOJİNİN TEMEL DAYANAKLARI ÇÖKMELİ (!)
NED'in girişimleri globalizmin yılmaz savunucularını da yaratıyor.

Liberal düşünceliler,
20 Nisan 1995 tarihli açıklamalarında,
TESEV'in vazgeçilmez katkıcısı, Ağa Han bursiyeri ve Kemal Derviş 'in yakın dostu Nilüfer Göle'nin bilimsel bulgularına yaslandıklarını belirtirlerken,
asıl amacın rengini de gösteriyorlar:

- 1990'lı yıllarda, sivil paşaların,
liberalizmi doğrudan bir düşman olarak sunma çabaları ikna edici durmuyor.

O nedenle, liberalleri Kürtçülükle veya şeriatçılıkla suçlayarak
(eskiden komünist derlerdi) durumu kurtarmaya çalışıyorlar.

Yabancı örgütün dolarlı desteğini almaktan çekinmemiş olan liberaller,
eskiden "anti-komünizm" söylemi altına sığınıp,
demokrasi isteyenlerin üstüne saldıranların,
Güney Amerika'da, Filipinlerde, Afrika'da ve
dünyanın dört bir yanında, diktatörlükleri global olarak destekleyenlerin, kimliklerine de bir baksalar iyi olurdu.

Çünkü, dolarlı projelerde,
eski operatörlerin parmak izlerini görmek olanaklıdır.

Ne ki, bunun için, görme ve bilme niyetine sahip olmak ve
bilime gerçekten bağlı kalmak gerekiyor.

Liberal sözlerin altındaki gerçek niyeti,
onların satırlarından okuyalım ve düşünelim:

- Ama hayat sürüyor.
Piyasa ekonomisi, sivil asker bürokrasisinin ve
müttefiklerinin bütün çabalarına rağmen yaygınlaşıyor.
Dünya ekonomisi Türkiye'yi rekabetçi piyasa modeline itekliyor.
Son yıllarda,
resmi ideolojinin temel dayanaklarından biri olan KİT Sistemi de çökme noktasına geldi, diyen liberaller;

nerdeyse ekmeğini yedikleri,
kendilerini bugünlere getiren ülkenin sistemi çöktü diye,
bayram edecekler.

Liberaller,
1995 Nisan'ında ufukta görülen REFAH-YOL hükümetini selâmlarken de,
aynı bayram havasını yaşıyorlar;
gelişmeyi alkışlıyorlardı:

- Çok partili sisteme geçiş ve Demokrat Parti geleneği,
Kemalist çekirdeğin bütün aksine çabalarına rağmen,
İslamcı hareketin demokratik yarış içinde yer almasına olanak verdi.

İki taraf da " şeriat geliyor" çığlıkları atsa da,
önce parlamento ve koalisyonlar,
şimdi de yerel idareler,
İslamcı muhalefetin entegrasyonunu kolaylaştırdı.

28 ŞUBAT DERSLERİNDEN ADEM-İ MERKEZİYET TEZİNE

Dini politikayı araç edenler,
yalnızca bir kesim değil...

Liberaller
kendilerine geri kalan kuruluşlardan ayrı tutmak üzere,
örgütlenen ve bazılarınca,
Müslüman kesim olarak tanımlananları da
liberalleştirmeye kararlıdırlar.

LDT kurucularından ve Liberal Düşünce Dergisi editörü,
hukukçu Mustafa Erdoğan,
bir yandan yazıyor bir yandan da
MAZLUM DER 'de konuşuyor.

Milli Güvenlik Kurulu'nun
28 Şubat 1997 kararlarına bir irtica hareketi diyerek,
liberalliğin militan yüzünü gösteriyor:

- 28 Şubat 1997 Türkiye toplumunun
Cumhuriyet döneminde maruz kaldığı
en ciddi siyasi irtica hareketlerinden birinin adıdır.
Bu hareket 27 Mayıs darbesinden bile
daha zararlı ve sinsice tertip edilmiş
bir "irticai kalkışma" hareketidir.

Gerçi, 27 Mayıs'ın insani maliyetinin
çok daha korkunç olduğuna şüphe yoktur.

Nitekim, kadim "siyaseten katl" geleneğini ihya edilerek,
seçilmiş başbakan ve iki bakan idam edilmiştir.

Mamafih,
28 Şubat en azından ilk sonuçları bakımından
kanlı bir hareket olmasa da,
sjyasi ve toplumsal etkileri bakımından
ondan hem daha kapsamlı ve hem daha kalıcı olmuştur

Liberalin 28 Şubat değerlendirmesi,
kendisini ilgilendirir, deyip geçmek gerekir.
Ne ki, onun 28 Şubat'ta karar alanları nitelerken madde madde yaptığı değerlendirmeler,

Türk hukuk dünyasına büyük bir katkı sağlayabilecek niteliktedir.

Şöyle ki;
1. 28 Şubat'ın failleri siyasette meşruluğun kaynağının
halk olduğunu reddetmişlerdir.

Onlara göre meşruluğun kaynağı, halkın idaresi değil,
resmi ideoloji,
hatta onun karikatürize edilmiş biçimci bir türüdür.
Onun için 28 Şubatçılar
halkın idaresinin kamu siyasetinin
temel ilkelerini belirlemesini kabullenemeyen
"hazımsızlar" veya cüretkârlar taifesi olarak da
nitelenebilirler.

2. 28 Şubatçılar hukuk tanımazdırlar.
28 Şubat bu bakımdan 12 Eylül rejimiyle bile
yarışabilecek bir durumdadır.

3. 28 Şubat zihniyet insan haklarına düşmandır.
Bu zihniyet, gayet doğal olarak,
devlet eliyle insan haklarına düşmandır.

Bu zihniyet, gayet doğal olarak,
devlet eliyle insan haklarına karşı bir saldırı kampanyası başlatılmasına,
başta din ve vicdan,
ifade ve örgütlenme özgürlükleri olmak üzere
temel hakların fütursuzca çiğnenmesine yol açmıştır.
LDT Derneği kurucusu hukukçu Prof. Mustafa Erdoğan liberal cepheyi genişletmeye kararlı görünüyor ve ekliyor:

- Başlıca Kürt kimliğini ve İslami hassasiyeti
resmi düşman olarak ilan etmiş ve
buna göre icraat yapmış, yaptırmışlardır.

Kimi yurttaşların kendilerini ana dillerinde ifade etmelerini,
örgütlenmelerini ve siyasi faaliyet yapmalarını yasaklamış;
kimi yurttaşlarında hayatlarını
kendi inanışlarına ve hayat tarzı tercihlerine göre
tanzim etme ve yaşama doğal haklarını tanımamışlardır.

Varılan bu sonuç daha fazla yorum gerektirmez.

Ama "liberal saldırı" bilim dilinden uzaklaşmakta ve
söylemin düzeyini değiştirmektedir.

Daha sonra görüleceği gibi
ulusal-egemen-bağımsız devlet ilkesine yaslanan her düzeni kaldırmaktan yana "açık toplum" yolculuğunun doğal sonucudur bu düzey...

İLİM VE İRFANDAN YOKSUNLAR
Dinsel düzen peşinde koşanların, bu işleri nasıl düzenleyecekleri, eylemlerinden ve sonuçlardan bellidir.

Ama yabancı desteğiyle liberalleşmenin ve
her "think tank"in savunuculuğuna soyunmanın gerekçelerini
anlamlandıracak birkaç madde daha var.

5. 28 Şubatçılar toplumu militarize etmek istemişlerdir.
28 Şubat bilim karşıtı, dogmatik bir harekettir.
28 Şubat kalkışması tipik bir cahil cesareti örneğidir.

28 Şubatçılar insan, toplum ve
dünya hakkında cahil olduklarını fark edemeyecek kadar ilim ve irfandan yoksundurlar.

Prof. Erdoğan,
İnsan Hakları'na dinsel pencereden bakan
Mazlumder'in toplantısında,
İnsan hakları hareketinin yükselmesini
bir başka liberal noktadan vurguluyor:

- 28 Şubat kafası bütün bu nedenlerle
Türkiye'nin anayasal demokratik bir devlet,
özerk bir sivil toplum ve
özgür ve yaratıcı birey yolundaki bir buçuk asırlık yürüyüşünü
tersine çevirme saplantısı ile malul bir kafadır.

Bundan dolayı,
28 Şubat Türkiye toplumunun uygarlaşma
ve çağdaşlaşma mücadelesine
çok büyük zarar vermiştir.

Türkiye Gazeteciler Yazarlar Vakfı (TGV)'nın
düzenlediği ünlü Abant toplantılarında da
zamanın Yargıtay 4.Ceza Dairesi Başkanı ile birlikte
"laikliğe çerçeve" çizmiş olan Liberal hukukçu,

NED-IRI çerçevesinde Türkiye'de amaçlananı da açıkça belirterek,
"Project democracy" operasyonunu anlamamıza yardımcı oluyor:

- Devlet seçkinlerimizin,

başta milliyetçilik, egemenlik, iç işlerine karışmama ve
kültürel türdeşlik anlayışlarına dayanan politikaları olmak üzere,
eski moda yöntemlere gitgide daha fazla sarılması
bunun tipik bir göstergesidir.

Öyle görünüyor ki,
Türkiye'nin bu konudaki tek şansı,
küreselleşmenin zorunluluk ve gereklerine kendini adapte etme hususunda
sivil toplumun devletten daha bilinçli, istekli ve yetenekli görülmesidir.

Bu sözlerin uzandığı anlam açıktır:
* Egemenlik, ulusçuluk, ortak kültür, eskimiştir.
* Sınırların kaldırılması gerekir.
* Artık içişleri yoktur.
* Bu işlere başkaları karışır.

Burada dursa iyi, ama o durmuyor,
devleti bir yana bırakın demeye getiriyor.

Sivil toplum,
yeni egemenlerle içi içe geçmeye dünden razı görünüyor.
Sivil olan gerçekten küreselleşmeye ve
öz ülkesinin sınırlarını sonuna dek açmaya,
güvenliğini emanet etmeye niyetli görünmektedir.

BİR BUÇUK ASIRLIK LİBERAL YÜRÜYÜŞ
Türkiye'de ulusal-birliğe ve ulusal-güvenliğe yönelen tehdidi
"irtica" düzeyine indirgemek,
liberalden daha liberalci olanları küçümsemek olur...

Kendilerini liberal olarak tanıtan CIPE'nin proje ortakları,
Kemalist çekirdekli, diye adlandırdıkları
Türkiye Cumhuriyeti'nin sonunu ilan ederken,
dinci hareketin ağ içindeki yerini belirten açıklamaları çok daha çarpıcıdır:


- Sivil toplum, özel mülkiyet ve piyasa ekonomisi güçlendikçe, Kürt ve İslamcı hareketler taleplerini daha fazla seslendirdikçe, resmi ideoloji ve destekleri zayıflıyor. Totaliter düşünce yapısı çöküyor. Bu durumda, doğallıkla liberal demokratların düşünsel etkinliği de artmaya başlıyor.


Bu tümceleri tersinden okumakta yarar var.
Resmi ideolojinin ve bu ideolojinin desteklerinin zayıflaması gerekiyor.

Bunun için sivil toplum, adı altında örgütlenme yükseltilmeli; devlet mülkiyeti zayıflatılmalı yani özelleştirilmeli, piyasalar dışarıya açılmalı, Kürt milliyetçiliği hareketi, İslamcı örgütler taleplerini yükseltmeli!


Totaliter düşünce yapısı ya da resmi ideolojinin ne olduğu söylenmiyor ama, yükseltilecek olan talep sahipleri düşünüldüğünde bunun Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleriyle ilgili olduğu kolaylıkla anlaşılabiliyor.
Bu sözler bize, Amerikan Milli Güvenlik Konseyi'ne, Amerikan ordusuna hizmet veren RAND'ın raporunu anımsatıyor. Hani şu Boğaziçi 'nin ve Georgetown Üniversitesi' nin şu ünlü profesörü Sabri Sayarı 'nın hazırladığı ileri sürülen ve RAND şirketince yayınlanan Türkiye-Din Raporu 'nu...
O raporda, Kürt hareketinin İslamlaşmasıyla gücünün artacağı öngörülüyordu.

PKK, bu öngörünün hemen ardından İslamcı kanadını oluşturmuştu.
Abdullah Öcalan mesihleşirken, PKK - Hizbullah çatışması da başlamıştı.

Turgut Özal 'ın, "federasyon tartışılmalı" demesinin ardından
İstanbul'da toplanan ERNK İslam kolu ve diğer İslamcı Kürtler,
ılımlı ve barışsever olarak sunulan Nurcu Kürt hareketinin yayın organının düzenlediği bir konferansta,
federasyon isteğini, enine boyuna tartışmışlardı. (!!!)

Bu geçmişin ışığında, liberallerin açıklamalarında,
"şeriatçı akım" demeleri çok şaşırtıcı olmamalı.
Dernek kurucusunun ABD'deki bilimsel etkinlikleri bu öngörülerin kaynağının da gösterecek niteliktedir.

Prof. Dr. Atilla Yayla, ABD'de HAMAS destekçilerince kurulan UASR örgütünün yuvarlak masa toplantılarına katılmıştır.
UASR yayınında yuvarlak masa toplantısı şu satırlarla yer almaktadır:

- Mayıs 25 (1997)'de, Dr. Ahmad, Hacettepe Üniversitesi ve Liberal Düşünce Derneği'nden Dr. Atilla Yayla ile birlikte bir yuvarlak masa toplantısını yönetti. Dr'lar Yayla ve Ahmad ve katılımcı İslamcı entelektüeller ve eylemciler (activists) Türkiye'deki İslamcı hareketin geleceğini tartıştılar.

Yuvarlak masalar çevresinde,
Liberal - İslamcı katılımıyla gerçekleşen
Türkiye'deki İslamı hareketin geleceği üzerine yapılan konuşmaları ve tartışmaları, bilemiyoruz.

Bir gün liberal bir tarzda açıklanırsa,
Türkiye'nin böylesi bilimsel
görüşmelerden yararlanacağına kuşku yok.
UASR, etkin bir kuruluştur.


RAND'ın CIA kökenli araştırmacılarından,
Irak'ta Şiilik, Türkiye'de Nurculuk ve
kimlik dosyaları hazırlayan,
eski CIA istasyon şeflerinden Garham Edmund Fuller de,
aynı örgütün yuvarlak masa toplantısında bulunmuştur.
***
ÖRÜMCEK AĞINDA SİVİL ATILIM (SAYI 3)


LİBERAL ÜNLÜLER VE YUNUSLAR
10/11 Nisan 1996 'da, Philadelphia'da toplanan ‘Forum'da bir konuşma yapan Washington merkezli CSID (Center for the Study Islam and Democracy) müdürü Radwan Masmoudi, "sözde modern İslam devletlerindeki yolsuzluk ve baskıdan" söz ediyor.

Onun ardından söz alan Liberal Düşünce Derneği kurucusu Prof. Atilla Yayla da kendi ülkesindeki durumu açıklığa şöyle kavuşturuyor:

· - Batılılar kendileri ile kısa süreli yararlı ittifaklar yapan; ama, birçok klasik liberal değere saygı gösterilmeyen Türkiye gibi ülkelerle ilgili olarak hayale kapılmaması gerekir, diyor.

Söz konusu toplantıda yapılan kişi tanıtımları da hayli dikkat çekici:
Kurucu başkan Kazım Berzeg, bireyi devlete karşı korumakta ihtisaslaşmış bir avukat.
Şu andaki başkan Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mustafa Erdoğan ise, (Avusturyalı) Hayek hayranı bir Anayasa Hukukçusu.
Derneğin üyeleri arasında Osman Okyar, Atilla Yayla, Güneri Akalın, Levent Korkut gibi her yaştan liberal akademisyenler var.

Bu noktada eski bir ünlü kişiyi anımsamamızın büyük bir yararı var:
Bu kişi; 12 Mart darbesinden sonra arkadaşlarını sıkıyönetim mahkemelerine "tanıtan" kişi...
Bu kişi,

12 Eylül 1980 darbesinin öncesinde
Türkiye'de CIA istasyon şefi olarak bulunan Paul Henze'yi sayfalarına konuk eden ve Henze'nin buyurduğu gibi darbeyi savunan Forum dergisi adına ve Milli Güvenlik Konseyi talimatıyla Aydın Yalçın 'la birlikte ABD kongre binasına dek gidip, Amerikan Terör Komisyonu'nda, yanlış bilgilendirme uzmanı Henze'nin tezlerini savunan Osman Okyar.
Ve aslına bakılırsa, Okyar'ın sürdürdüğü çizgi, kendisi açısından son derece tutarlıdır.

Çünkü liberalliğin ve "liberte"nin sonu yoktur...

Ned "Project Democracy" ağına takılan ve senaryonun tümünü bilmeden hareketin içinde yer almaktan masum bir saflıkla kıvanç duyan genç insanları örgütlemek de, liberalliğin bir diğer doğal sonucudur.
Liberal Parti 'nin gençlik örgütü, kendilerini, "genç yunuslar" olarak niteliyor ve yurtdışı işbirliklerinden duydukları sevinci şu ilginç satırlarla belirtiyorlar:

· - Birçok yabancı kuruluşla bağlantı içindeyiz. IRI (International Ral and Radical Youth), Friedrich Naumann Stiftung, LYMEC bunlardan bazıları. Birçok üyemiz partimizi ve ülkemizi temsil etmek üzere bu kuruluşların düzenlediği seminerlere katılmak üzere yurtdışına çıkıyor...

Yurtdışına çıkmanın büyük bir meziyet olduğunu düşünmek, kendilerini temsil etme "liberty"sine sahip olmak, ayrı bir liberallik payesidir ama, anlaşılamayan nokta, liberallerin Türkiye'yi temsil etme "liberty"sine nasıl sahip oldukları ve temsil yetkisini kimden ve nereden aldıklarıdır... (!!!)
Bu kişilerin sözünü ettiği eğitimciler arasında yer alan muhafazakâr Amerikan partisinin örgütü olan IRI, (acaba) ne denli liberaldir?
Amerika'da bile muhafazakâr olarak bilinen Cumhuriyetçilerden hangi liberalliği öğreniyor olabilir bizim bu ‘yerli' liberaller?

***

LİBERAL, SEVR'İ AÇIKÇA İNKÂR EDİYOR
ABD Dışişleri Bakanlığı'na göre
çağımız,
hem "dinler çağı" ve hem de "medeniyetler arası savaş çağı"dır. Çağımız aynı zamanda "dinler arası diyalog çağı"dır.
Liberallerce, militarist bir cunta tarafından yönetildiği ileri sürülen Türkiye'de devletin kuruluş senedi olan Lozan Antlaşması, ABD Kongresi'nin raporlarının yayınlanmasıyla birlikte tartışılmaya başlandığına göre; bunların bir önemi olamaz.
Liberallerin hukukçusu Kazım Berzeg, resmi tarihin büyük yanılgısına dikkat çekerek, ulusumuzun sabır sınırlarıyla, liberalliğin sınırlarını sınıyor.
Hukukçu Kazım Berzeg, LDD'nin kış 2001 sayısında çıkan yazısının başlığı şöyle:
· - Sevr'in yaratıcısı batılılar değil, İttihat Terakki Cuntası'dır.

Liberal Kazım Berzeg, aynı yazısında şunları iler sürüyor:
· - İngilizlerin önerisini geri çeviren, Almanların yanında savaşa giren Osmanlı'nın o zamanki yönetimi, Sevr'in yaratıcısıdır. Osmanlı savaşa girmeseydi ya da İngilizlerin istekleri kabul edilseydi, savaş yitirilmiş olmayacaktı...
Dolayısıyla da, Fransa'nın Sevr kentinde, Türkiye haritasının başına oturan İngiltere, İtalya, Fransa ve Almanya ve az arkalarında yer alan ABD, Anadolu'yu paylaşıp tokalaşmayacaklardı.

Ancak, tarih tarihtir!.. Kimi olayları ters/yüz etmek bazılarını kandırmaya yeter de, tarihin gerçeklerini tümüyle silme tekniği henüz bulunabilmiş değildir.

Tarih, Anadolu paylaşım haritasının daha 1915'de çizildiğini, Yunanlıların savaşa Anadolu vaadiyle girdiğini açık olarak kaydetmiş bulunmaktadır.

Kazım Berzeg, daha da ileri gidiyor ve şöyle yazıyor:
· - Vahdettin'in emrindeki heyetin de onayladığı paylaşım kararı, Batılı parlamentolarca onaylanmadı ki... (yani) Sevr anlaşması yürürlüğe girmemişti ki, diyor.

Peki, bu söylemin satır aralarında hangi amaç yer alıyor?

Maksat açıktır... İşin ucu, günümüze bağlanacaktır.
Ülkenin bölünmesine engel olmak için mücadele verenler Sevr hastalığı'na tutulmakla suçlayacak; Sevr'in öyle korkulacak, ürkülecek bir öcü olmadığı zihinlere çakılmak istenecektir.

Liberal hukukçu Kazım şöyle demektedir:
· - Sevr uygulanmadı ki, dolayısıyla, yeni Sevr'den korkmak gereksizdir!..

İşte ağızlarda gevelenen budur.

Ne ki, bu tür ‘liberal tezleri ortaya atarken, biraz daha özenli olmak gerekiyor.

Çünkü Sevr anlaşması, yabancı asker çizmeleriyle, Halife Sultan Vahdettin ve İngilizlerin desteklediği Abhaz Ançok Ahmad Paşa komutasındaki Kuva-yı İnzibatiye'nin Sakarya'dan ve Bursa'ya oradan da Balıkesir'e, Biga'ya kadar akıttığı halk kanıyla, Pontus'un İç Anadolu üstüne yürümesiyle, Yozgat'ta Çapanoğulları'nın Milli yönetimi yıkmaya girişmesiyle, Ermenilerin Kars'a ve Ardahan'a uzanmasıyla, yerli azınlıkların her boyunun oluşturduğu büyük askeri birliklerin katılımıyla güçlenen Yunan işgal ordusunun yakıp yıkmalarıyla, Fransız Ordusu'nun güneyde Ermenilerle birleşip gerçekleştirdiği katliam ve soygunlarla, İzmir'de kurulan Küçük Asya Çerkez Cemiyeti konferansı ve Rum-Ermeni-Çerkez "Özerk Anadolu Devleti" projesiyle, İstanbul'da gezinen İngiliz çizmeleriyle çizilmiştir.

Liberal hukukçu, isteklerini daha açık yazsa ve de hangi kimliği ile düşündüğünü açıklasa, daha bir liberal olabilirdi...(!)

Şimdi biraz da yerli liberal düşüncenin kaynağı ile birlikte proje destekli yayınlarında ‘danışman' olarak adı geçen, NED'in "uluslararası uzman" dediği birkaç kılavuzu tanımaya çalışalım:
***
LİBERAL ENTERNASYONAL
Adı "liberal", kendisi muhafazakâr hareketin dünya odağında, İngiltere'de Mont Pelerin Society (MPS) ile ona bağlı olarak ABD 'de kurulan Atlas Foundation (Atlas Vakfı) ve International Fredom Project (IFP/Uluslar arası Özgürlük Projesi) adlı örgütler görülüyor.

MPS, dünyaya dağılmış 500'e yakın seçkinden oluşan üyeleriyle ilginç bir örgüte benzemektedir.
MPS Serbest Pazar iktisadına tapınan bir tarikatı andırmaktadır.

Örgüt, Avusturyalı Friedrich Hayek tarafından 1947'de, İsviçre'nin Mont Pelerin kenti yakınlarında yapılan bir toplantıyla kuruldu.

MPS, kuralsız finansal düzen, sonsuz özelleştirme ve serbest ticaret politikalarını tasarımladı.

Kurucuların kökleri, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurucusu Habsburg Hanedanı ve 16. yüzyıldan başlayarak imparatorluğun istihbarat ve posta hizmetlerini gören "Thurn und Taxis" gibi, Avrupa'nın eski ailelerine dayanmaktadır.
Bu hanedanın üyeleri, 1920 ve 1930'larda Hitler'i desteklemişlerdir.

MPS (Mont Pelerin Society), "muhafazakar devrim" çağrısıyla, ulus-devletlerin ortadan kaldırılmasını ve 1920-1930'larda Avrupalı faşist hareketlerin isteklerini karakterize eden, çağdaş görünümlü feodalizme dönüş amacını güden bir düşünceye dayanmaktadır.

Her ne kadar "liberal" bir söylem tutturulmuş olsa da, temel amaç, sonunda ulusal devletlerin yıkılmasını amaçladığından, dünyayı kapital sahiplerinin diledikleri gibi sahiplendikleri eski feodal mülklere çevirmektir...

Bu düşüncenin, dünyaya bilim adı altında ihraç edildiği merkez London School of Ecomics (LSE)'dir.

Bu okulun en ünlü öğrencisi para piyasalarının ‘vur-kaç' işlemlerini temsil eden ve ulusal piyasaları içerden yıkan George Soros 'dur.

Soros, açıkça ulusal devletlerin zararlı olduğunu, dünyaya düzen verecek bir tür yeni imparatorluk kurulması gerektiğini savunur.
Hanedanların ve büyük İsrail destekçisi sermayenin parasını işleten, vergi cenneti Hollanda Antilleri'nde adresli Quantum şirketinin parasını işletir Soros.

MPS 'nin ideologları, Friedrich Hayek, Ernard de Mandeville (Hell Fire Clubs of Walpoles England ) ve ‘monetarist ' politikanın mucidi Milton Friedman'dir.

1970'lerde dünya turuna çıkan MPS kurucuları, birçok ülkede kendilerine bağlı "think tank" kulüpleri örgütlediler.
Sözde liberal, iktisadi alanda kartellere tapınan
örgütün uygulamadaki hedefleri kısa başlıklarla şunlardır:

•1- Finansal serbestlik,
•2- Yol, su gibi altyapı yatırımlarının kısıtlanması,
•3- Sosyal hizmet ve sağlık yardımlarının kısıtlanması,
•4- Kırsal sanayide ve tarım üretimindeki korumaların kaldırılması,
•5- Merkezi adil ücretlendirme sisteminin tümüyle bozulması,
•6- Kamu sektörünün özelleştirilmesi,
•7- Devlet varlıklarının yok edilerek devletin küçültmesi,
•8- Ulaştırma ve iletişimde mikro-ekonomik reformlar yapılması,
•9- Sendikaların etkisizleştirilmesi,
•10- Enerji sektörünün kurumsal yapısının parçalanmasının ardından enerji denetim ve yönetiminin çokuluslu şirketlere verilmesi...

MPS,
ABD'de muhafazakârlara bağlanmıştır.
En koyu muhafazakâr örgüt olan ve "project democracy" operasyonunun babası Reagan'ın büyük destekçisi "Heritage Foundation"ın Başkanı Edwin J. Feulner, MPS 'de hem ikinci başkan, hem de mütevelli heyeti üyesidir.

Türkiye'de liberallik denince özgürlük ve ilericilik kavramlarını öne çıkaran solcu "sivil elemanlar," Heritage'in geçmişindeki Nazi ilişkilerine bir bakabilseler, yürürlükte tutmaya çalıştıkları neo-liberalliğin, gerçekte eski hanedanlıkların çağdaş araçlarla donatılmış yeni bir finans-kartel girişimi olduğunu, açık olarak görebileceklerdir...

MPS, 1970'lerde İngiliz muhafazakârlarının esin kaynağı olarak yeryüzüne çıkmış ve İngilizlerin Demir Leydisi Margaret Tatcher 'in en büyük destekçisi olduğu bir hareket olarak geliştirilmişti.

Özelleştirmeye tapınan örgütün ABD'deki kuramcısı Newton L.Gingrich 'in politikaları da, "Newtizm", adını aldı.

Sözde liberaller, sonsuz ticari özgürlük, sonsuz özelleştirmeden yana tutumlarını, özelleştirmelerden yararlanan şirketlerin danışmanlığını yapmaya dek götürdüler...
"Think tank" örgütleri partilerin ideologlarıyla ve bürokratik ağıyla gizli-açık ilişkiler ağı kurarak, devletleri yönlendirmeyi başardılar.

MPS kurucularından İngiliz zengini Sir Anthony Fisher, 1955'de Londra'da IEA (Instute for Economic Affairs / İktisadi İşler Enstitüsü) merkezini kurdu.
IEA'nın ilk elemanı olarak direktörlüğe Ralph Harris getirildi ve Mont Pelerin Society ağını kurmaya başladı.

1977'de ABD'ye giden Anthony Fisher, sonsuz liberallik ve sonsuz özelleştirme ve sosyal devlet ilkesinin kaldırılması gerektiği üstüne kurulu görüşleri, daha sistemli ve dünya boyutunda etkin bir biçimde yaymak üzere örgü kurmaya başladı.
1978'de William Casey ile birlikte Manhattan'da ICEPS (International Center For Economic Policy Studies) i kurdu.

500.000 dolarla işe başlayan örgüt giderek büyüdü.
Project Democracy yılları başladığında öteki birçok örgütte olduğu gibi bu örgütün adındaki "Center / merkez" sözcüğü kaldırıldı ve yeni adı, Manhattan Institute for Policy Research" oldu.

Antony Fisher, aynı yıl (1981) ‘Atlas Foundation 'u kurdu.
Atlas Foundation, İngiliz istihbarat örgütlerinin cephe kuruluşları arasında yer aldığı, BP ve Shell gibi petrol kartellerinden para aldığı ileri sürülüyor.
Bu arada, William Casey de Reagan tarafından CIA direktörlüğüne getirilmişti.

FİSHER ÖDÜLLERİ VE HAVSALANIN ALAMAYACAĞI İŞLER
MPS 'nin ABD'deki merkezi Atlas Foundation, kendisine bağlı 42 şubesiyle tüm dünyada örgütlenmiş bulunmaktadır.
Türkiye'den Attila Yayla, Ankara'da LTD Derneği'ni kurdu. Atlas merkezinden Türkiye'ye gelen Prof. Attila Yayla, Gazi Üniversitesi'ne "İnterdisciplinary Course on Freedom" dersini koydurdu.

Bu başarı Atlas'ın yan örgütü "International Freedom Project" ve "Temple Foundation" tarafından ödüllendirildi.
Attila Yayla, "Islam Civil Society and Market Ekonomy-2000" adlı kitabıyla da, 5000 dolarlık ‘Antony Fisher ödülü'ne layık görüldü...

Doğum yeri Avrupa olan MPS'nin en güçlü proje merkezi şimdi artık ABD'dedir.
Bu ‘project' Avrupa ile ABD arasında bir rekabet bulunduğu sanısına kapılanları şaşırtacak bir koşutlukta yürür...
Bu koşutluk içinde, Avrupa Birliği, Türkiye'yi liberalleştirmeye kararlıdır.
Liberallerin kendi yayınlarından AB'nin bu konudaki açıklamasını okuyalım. Yazıyı yazan Prof. Dr. Attila Yayla'dır. Attila Yayla ise, Liberal Düşünce Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı'dır.

"Liberal Düşünce Topluluğu'nun Avrupa Komisyonu ile proje kontratı 8 Eylül 2000 yılında imzalanarak yürürlüğe girmiştir.
Projenin toplam bütçesi 509.172 Euro'dur, bu miktarın 458.225 Euro'sunu Avrupa Komisyonu karşılamaktadır ve projenin süresi 30ay'dır."

Gazeteci Emin Çölaşan, Liberallerin AB'den para aldığını yazınca Liberaller ilginç, ama sert bir tepki göstermişlerdi.
Liberallere haksızlık yapılmaması için bu yanıtlarını satır atlamadan olduğu gibi okuyalım:
"Liberal Düşünce Topluluğu'nun CIPE (Center for International Private Enterprise) ile yürüttüğü iki proje 1998-2000 yılları arasında tamamlanmıştır.

Bu projenin ilkinde İslam, Sivil Toplum ve Piyasa ekonomisi hakkında çok başarılı uluslararası bir sempozyum yapılmış, 10 panel düzenlenmiş ve sempozyum bildirileri İngilizce ve Türkçe yayınlanan iki kitapta toplanmıştır.

İkincisindeyse milletvekillerine teknik ve bilgi desteği sağlanmıştır.
Halen devam eden Avrupa Birliği ile ortak proje ise, ifade özgürlüğü üzerinedir.

Bu proje için LTD, 10 Ağustos 2000 tarihinde İçişleri Bakanlığı'na resmi başvuruda bulunmuş ve projeye Dışişleri, Adalet ve İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın onayı ile 19 Ocak 2001 de izin verilmiştir.

Bu projenin başladığı, 1 Şubat 2001 'de Liberal Düşünce Topluluğu merkezinde düzenlenen ve Avrupa Komisyonu büyükelçisi Karen Fogg 'un da katıldığı bir basın toplantısıyla kamuya açıklanmıştır.

Bu toplantıda projenin ana faaliyet kalemleri ve Avrupa Birliği'nin sağlayacağı maddi katkı da basına bildirilmiştir.
Basın toplantısında Türk medya organları yanında BBC, Reuters gibi uluslar arası medya kuruluşları temsilcileri de hazır bulunmuştur.
Ayrıca proje, Liberal Düşünce Topluluğu'nun web sayfasında da ilan edilmiştir.

Liberal Düşünce Topluluğu'nun Avrupa Birliği ile yürüttüğü projenin toplam bütçesi 509.172 Euro'dur...

Liberal Düşünce Topluluğu, Avrupa Birliği ile ifade özgürlüğü üzerine yürüttüğü proje çerçevesinde bir uluslararası, iki ulusal sempozyum, onaltı panel düzenlemekte; ifade özgürlüğüyle ilgili beş temel eseri Türkçe'ye aktarmakta;
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türk Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Amerikan Anayasa Mahkemesi'nin ifade özgürlüğüyle ilgili kararlarını derlemekte; bütün hukuk sistemini ifade özgürlüğü açısından gözden geçirip reformlarla ilgili bir yol haritası geliştirmektedir.

Ayrıca, ifade özgürlüğüyle ilgili bir yazı yarışması düzenlenmekte, bir kamuoyu araştırması yapılmaktadır.
Şüphesiz, bir yoğun entelektüel faaliyet zinciri E.Çölaşan ‘ın havsalasına sığacak bir şey değildir. "

Liberallerden hoşgörülü olmaları beklenir, ama Uğur Mumcu'ya "zehir hafiye" diyecek denli liberal olanlarda, böyle bir niyet sezilmiyor.

"Liberal" düşünceliler, Çölaşan'ı, CIPE'ye "vakıf" dedi, diye neredeyse cezalandıracak bir söylem tutturmuşlardır... Bu durumda ortaya yeni bir soru çıkmaktadır:

· - CIPE vakıf değilse nedir?
CIPE, Amerikan işadamlarının çok uluslu şirket vakıflarından ve özellikle ABD hazinesine bağlı NED kaynaklarından, projecilere kanal oluşturan bir örgüttür.
Bu durumda, Türkiye'deki TÜSİAD bile onlardan daha "sivil" ve daha "liberal" kalır.

Liberal dernekçilerin bu kızgın tutumları bir yana bırakılırsa, yanıttaki tanı son derece doğrudur:
Bu ilişkileri anlamak için (gerçekten) "havsala" yetmez!..

Tıpkı gerçekleşmediği kanısına kapılıp, Sevr paylaşım anlaşmasının yok sayılmasına havsalanın yetmeyeceği gibi...
Türkiye'de her gün "egemenliğimize dokundurtmayız" sözleri edilse de, dokunulmaya dünden razı olanlar (da) az değildir.

Zaten Avrupalının da egemenlik umurunda değildir.

Liberaller, ilişkinin kapsamını şöyle açıklıyorlar:
· - Bu proje, Türkiye'de ifade özgürlüğü ile ilgili yasal ve sosyal durumu saptayıp, bu konuda ilerleme kaydedilmesi için öneriler ve politikalar üretmeye yönelik aktiviteler gerçekleştirecektir.
Bunlar arasında: bir uluslararası sempozyum, iki ulusal konferans, onaltı bölgesel panel, ifade özgürlüğüyle ilgili kitap yayınları, Türk hukuk sistemini diğer hukuk sistemleriyle ve AİHM'nin ifade özgürlüğüyle ilgili kararları ile karşılaştıran dört ciltlik başvuru kaynağı hazırlanması, insan hakları ve ifade özgürlüğü konularına halkın ilgisini artırmak ve yaygınlaştırmak için yapılacak "ödüllü" bir yazı yarışması, bütün Türk hukuk sisteminin ifade özgürlüğü açısından yeniden gözden geçirilmesi ve reformlarla(!) ilgili bilimsel bir rehber ortaya çıkartılması ve kapsamlı bir kamuoyu araştırması yapılması" vardır.
Ayrıca Sayın Çölaşan'ın yazısında belirttiğinin aksine bu projenin içeriğinin Liberal Düşünce Topluluğu'nun web sitesiyle bir ilgisi yoktur.

Bu noktada durup, havsala gerçekten zorlanmalı.
Türkiye'de egemenlik haklarının yok edilmesi bir yana bırakılmalı, toplumsal barışı tehdit eden, etnik kışkırtma odaklarının hangi Avrupa ülkelerinde yerleştiği anımsanmalıdır.

O Avrupa ülkelerindeki devlet düzenini korumaya yönelik ceza yasaları da anımsanmalıdır.

Böyle yapılırsa görülecektir ki, yüz binlerce, milyonlarca Euro'luk ve gerçekten liberal projelere asıl gereksinimi olanlar, Batı Avrupa ülkeleridir.
KATOLİKLERDEN YARDIM VE BATARYA ŞARJI

Yerli liberallerimizin Avrupa ilişkileri bununla ya da Alman stiftung'larıyla da sınırlı kalmıyor.

Ocak 2001'de Merkezi Hollanda'da bulunan ‘Catholic Organisation for Relief and Devolepment (CORDAID)'den 10.000 USD tutarındaki nakdi yardım talep ediyorlar ve bir yıl sonra da, aynı örgütten 160.840 Hollanda Gulden'i alarak "Demokrasi Okulu" projesi için çalışıyorlar.

MPS'den ABD'ye uzanan proje yolunda, NED kaynaklarının ve ABD Cumhuriyetçi Parti'nin uzantısı IRI'nin projelerinin boşa gitmediği açıkça görülmektedir.
Çünkü liberal hareket gençleri profesörlerin çabalarıyla kazanmaktadır.
Atlas yayınında yer alan bir söyleşide, dernekte çok genç ve dinamik kişilerin yer aldığının görüldüğü belirtilerek yöneltilen bir soru üzerine, Prof. Attila Yayla şu yanıtı vermektedir:

· - Evet gerçekten, yeni kişileri, tipik olarak (kendi) öğrencilerimin arasından örgütleyen kişi genellikle ben oluyorum.
Öğrencilerime saygı duyuyorum.
Bir yeni ve umut verici yeteneğe rastladığımda inanılmaz mutlu oluyorum.
Ben yalnızca liberal idealleri paylaşanları işe alıyorum.
Yeni katılanların yalnızca bir bölümünü LTD'de tutabiliyorum.
Geri kalanlar kendi hayatlarına atılırlar, fakat yıllar sonra, ortaya çıkarlar ve LTD'nin katı bir destekçisi olurlar.
Atlas da gençliğe yardımlarını esirgemiyor...
Gençleri ya da öğretim elemanlarını CATO Institute gibi ilginç yerlere yönlendiriyor.
Atlas yayın organında yer alan aşağıdaki açıklama, yorum gerektirmeyecek denli açık:

· - Atlas yaklaşık 20 yıldır, yeni entelektüel girişimcileri "think-tank" yöneticiliği ve serbest toplum ilkeleri hakkında yetiştirmek amacıyla burslar vermektedir.
Konuk bursiyerler, Atlas elemanlarıyla birlikte yakın bir çalışma içinde bulunarak; öteki "think-tank"lerin yetiştirme ve/veya siyasi programlarına katılarak "think-tank" şebekesi hakkında görüş kazanmakta ve kendi ilgi alanlarını geliştirmek ve kendi ülkelerinde gerçekleştirecekleri uygulama programları hazırlamak üzere geniş zaman bulmaktadırlar.
Atlas, 12 ülkeden 100 bursiyeri konuk etmiştir.
Bu konukların birçoğu şimdi kendi ülkelerinde (birer) lideridir ya da Atlas misyonunun ilerletilmesine yardımcı olan akademisyenlerdir.
Atlas araştırma bursu vermemektedir. Araştırma yapmak üzere başvuranlar, Humane Studies (ve) Cato Enstitüsü'ne ya da Serbest Pazar şebekesine yönlendirilmektedirler.
Atlas'a gidecek olanları kim seçiyor ve kimler yönlendiriyor?" sorusunun yanıtını Liberal Düşünce Topluluğu Derneği kurucusu Attila Yayla şöyle veriyor:

· - Benim Atlas görevdeşliğim (bursiyerliğim / kursiyerliğim / yoldaşlığım) bir derin ödüllendirici deneyimdi...
Benim Türkiye'de liberty ideallerini geliştiren tek "think tank" olan Liberal Düşünce Derneği'ni başlatmama doğrudan katkısı oldu.
O zamandan beri Atlas'ta büyük düşüncelerden ve uygulama bilgisinden yararlanacaklarını bilerek, birçok öğrenciye ve arkadaşa Atlas bursiyeri ya da konuğu olmalarında referans verdim.

Üniversitede çalışan bir bilim adamının yeni görevleri arasında, kendisini kurduğu derneğe öğrencilerini çekmek için çaba göstermesi, liberalliğin gereğidir, denebilir.
liberal enternasyonalin ayrılmaz bir parçası olununca işin şekli ve sınırı değişiyor..
.
Prof Attila Yayla'nın bir Atlas etkinliğinde yaptığı konuşma ayrılmazlığın ölçüsünü açıkça ortaya koymaktadır:
· - Dürüst olmak gerekirse, Atlas toplantılarının her birinden yararlandığım kadar bir başka uluslararası toplantıdan yararlanmıyorum.
Nedenlerine gelince: tüm katılımcılar aynı geçmişe (ve temele) sahipler.
Ve aynı temel değerleri ve amaçları paylaşıyorlar.
Bu nedenle insan, Atlas toplantılarında (kendisini) evinde hissediyor.
Her biri dünyanın bir yanından gelen sevgili dostlarım daha hür bir dünya için savaşıyor...

Liberal ve ünlü bir bilim adamının derin sıcak dostluklar kurması elbette yararlı ve gereklidir.
Bu ilişkinin boyutunu aynı konuşmada yer alan şu tümce açıklıyor:

· - Başka bir söz söylemeye hiç gerek yok.
Onların yüzlerini görmek beni donatıyor ve yeni çabalarım için benim bataryalarımı tazeliyor...
***
DENEYİMLİ YABANCI ELEMANLAR
Merceğimizi, Liberte A.Ş'nin yayın ve danışma kurullarında yer alan Batı dünyasının liberal-muhafazakar yıldızlarından birkaçına yakınlaştıracak olursak, kökün derinliği hakkında bir fikir sahibi olmamız mümkündür.
İşte size olayı değerlendirebilmenize yardımcı olabilecek birkaç portre:

•1- Norman Stone: Oxford Üniversitesi'nde muhafazakâr olarak tanınan bir tarihçi...
Bu kişinin Harvard Üniversitesi'nde sunduğu casusluk konferansı dikkat çekici bir olgudur.
Bu konferans, Stone'un ifadesiyle, "Amerikan istihbaratı tarafından düzenlenmiş" ve ABD Savunma Bakanlığı tarafından finanse edilmiştir.
Stone, Bilkent Üniversitesi'nde eğitmenlik görevini sürdürmektedir.

•2- Gary S. Becker ve Richard Max Hartwell: Hoover Institution öğretim üyelerinden. Becker ve Hartwell aynı zamanda Reagan destekçisi AEI'de akademik danışmanlık yapmışlardır.

•3- Anthony Flew: İngiltere muhafazakârlarının Western Goals (Batı hedefleri / kuruluşu 1985) adlı örgütün destekçisidir.
İngiliz muhafazakârlarının örgütü ve aynı zamanda ırkçı Rodezya yönetimini destekleyen Monday Club'ın ikinci başkanlığını yapmıştır.

•4- James M. Buchanan: AEI görevlilerindendir.
1984-1986 arasında Mont Pelerin Society başkanlığını yapmıştır.

•5- Richard Epstein: Şikago Üniversitesi, ‘Yahudi' lobisindendir.

•6- Imad ad-Dean Ahmad: Minaret Freedom Institute (Minare özgürlük) örgütünün kurucu başkanıdır ve söz konusu örgütün kuruluş amacını, liberallerin gereksinmesine uygun olarak şöyle belirtmektedir:

· - İslam ülkelerinde serbest pazar ekonomisini yaygınlaştırmak.

Pakistanlıların kurmuş olduğu Minaret adlı örgüt, Georgetown Üniversitesi'nde yerleşik, CMCU ( Center of Muslim Christian Understanding) ile Türkiye'nin İslamcı akımı destekleyen toplantılar düzenlemektedir.

LDT'nin bir kanadı Türkiye'deki düzeni Mont Pelerin Society ve Atlas Foundation merkezli Özalizme, öteki kanadı ise, Georgetown Üniversitesi'nin modern misyonerlik odağı CMCU (Hıristiyan Müslüman Anlayış Merkezi)nin özgün işlerine uzanıyor.

Gündemin en önemli maddesi, yeniden yapılandırılmış "İslami Demokrasi" ve dinler-arası ya da etnik oluşumlar arası diyalog toplantılarında pişirilmiş (ve devşirilmiş) liderler ile uluslararası "workshop" projelerinde yetiştirilmiş kadrolardan oluşan yeni siyasal partilerin yaratılmasıdır...

Bu ilkelere sahip bir ya da iki siyasal partinin oluşturulması, "project democracy" uygulamasının en ciddi aşamasıdır.

Tarihsel çizgide oluşmuş bulunan siyasi partilerin ve bu partilerin liderlerinin tasfiyesine yönelik medya propagandası ile ARI, LDT, TÜSİAD v.b sivil (!) toplum örgütlerinin hedefleri işte bu ortamda kesişmekte ve birbirlerinin destekçisi olmaktadırlar.

Bu arada belirtmeliyiz ki, İngilizlerin başını çektiği uluslararası liberal hareket ya da bu liberallerin tanımıyla liberal enternasyonal ile yurdumuzda yerleşik bulunan demokratik ilke ve esasların liberalleşmesi kavramından, daha geniş özgürlüklere ulaşılmasını anlayanlar arasında elbette önemli bir ayrım vardır.

Tersinden söylemek gerekirse, "liberal" olmaktan özgür olmayı anlayan iyi niyetli liberaller, ulusal devletlerin yıkımını ve tüm sınırların ortadan kaldırılmasıyla, dünya piyasalarının ele geçirilmesini örgütleyenleri dikkatle ayırmalı ve bu ötekileri iyi tanımalıdırlar.

Bilmeyerek, yıkıcı değirmene su taşıyanların bir kez daha durum değerlendirmesi yapmalarında ve kartellerle enternasyonal bağlantılarda ve yabancı devletin hazinesinden beslenen örgütlerle ilişkilerde biraz daha özenli davranmalarında büyük yarar vardır.


SİVİL ÖRÜMCEĞİN AĞINDA (SAYI 4)

Açık ve Özel Bir Mekanizma
2000 yılında, Türkiye'ye konuk olarak gelen Çek Devlet Başkanı Vaclav Havel'in,

- Bu küreselleşme işi iyi olmadı, bir yerlerde hata yaptım; ekonomistleri dinledim, anlamına gelen sözleri üstünde duran olmadı.

Vaclav Havel, Türkiye'de yaşayanların bu işin ayırdında olmamasından emin olsa gerek, eksik bilgilendirme yapıyordu.
Oysa Aralık 1989'da, Vaclav Havel, başkanlık koltuğuna yeni oturduğunda ülkesi, (henüz) Slovakya ve Çek Cumhuriyeti olarak ikiye bölünmemişti.
Havel, karşısında oturmakta olan Amerikan örgütü yöneticilerinden acil bir istekte bulunmuştu:

· - Tavsiyelere ihtiyacımız var, burada şimdi ve acilen... Hükümetinizden değil, seçim yasaları işini bilen profesyonellerden tavsiyelere ihtiyacımız var. Pazartesiye dek Prag'a birini getirebilirseniz, şahane olacak.

Demokrasi ve özgürlük kahramanı olarak tanınan Vaclav Havel, sanki yabancı bir devletin yerel valisi gibi merkezden istekte bulunuyor gibiydi.

Amerikalı NED (National Endowment for Democracy) operatörleri (beklendiği üzere) anayasa ve seçim yasaları hazırladılar ve ilk seçimlerin ardından
Havel'in ülkesi ikiye bölündü. ..

Zamanın NED başkanı Carl Gershman, ABD Açık Diplomasi Danışma Komisyonu'nun Ocak 1990 toplantısında, Havel ile birlikte becerilen "katılımcı demokrasi" operasyonlarını "Çekoslovakya seçim sürecine derinden katıldık!" diyerek açıkladı.

Vaclav Havel, Anıtkabir ziyareti sırasında bu olay kendisine hatırlatılarak, sorulduğunda,
· - Şeref duydum" demişti.

Göreve gelir gelmez, yabancı bir devletin örgütünden uzmanlar getirmelerini isterken ve seçim süreci içinde aynı yabancıların "derin" ilgisine ülkesinin kapılarını açarak ülkesinin iki bölünmesine neden olurken "şeref duymuş" ve varılan sonucu, "şahane" olarak nitelemiş miydi?..

Bu ilişkiler zincirinin devamında, 1991 yılı geldi ve Vaclav Havel, ABD Kongre üyesi Dante Fascell'in elinden "National Endowment for Democracy - 1991 Demokrasi Ödülü"nü aldı.

Bölünmüş bir ülkenin bir parçasının devlet başkanı olan Vaclav Havel'e verilen bu ödülün gerekçesinde yer alan kısa açıklama, operasyonun bütünlüğünü gösteriyordu:

· - Havel, 1989'da Orta Avrupa'yı değiştiren demokratik devrimin gerçek bir entelektüeli ve siyasi lideriydi.

Açık ve özel mekanizma
Amerika'dan işleme konulan "demokrasi projesi" operasyonunun temelinde yer alan düşünce ve bu düşünceden kaynaklanan strateji aşağıdaki şekilde özetlenebilir:

Başka ülkelerin içişlerine, siyasal ortamına, Amerika Birleşik Devletleri'nin resmi organlarıyla, örneğin resmi haber alma örgütü CIA ile doğrudan karışılması çeşitli sakıncalar içermektedir.
"Anti-Komünizm" ve "Hürriyet-Demokrasi Cephesi" adı altında, hem ABD içinde ve hem de dış ülkelerde yönlendirme, örgütleme, dolaylı yönetme, kamplara bölme ve çatıştırma uygulamaları için Dünyaya yayılan örgütlerin etkinlikleri, ileri sürüldüğü oranda "hür" ve tüm dünyaya ilan edildiği gibi "temiz" olmadığından, işlerin karışması zaman içinde elbette kaçınılmazdı...
Ayrıca bu işlerin parasal kaynaklarının altından CIA'in ve CIA ile ilişkili şirketler ile kirli işler uzmanı bankerlerinin ortaya çıkması işleri bozmaktaydı.

Örtülü operasyondan açık operasyona geçiş bu sakıncaların ortadan kaldırılması amacı ile düşünülmüş modern bir teknikti...

Bu yeni tekniğin ilk adımları 1967‘de atılmaya başlandı.

CIA'in dış ülkelerde çok-kültürlülüğü pekiştirmek için Amerikan Üniversitelerinde yoğun bir çalışma başlatmasıyla birlikte kurulan CCF (Congress for Cultural Freedom) CIA'in oluşturduğu yayın ve konferans örtüsü altında ülkelerde bağlantılar ağı kurmaya başladı.
Söz konusu "bilimsel" görünüşlü örtü, CIA tarafından yönlendirilen Amerikan akademik dünyasında, yarı gizli araştırma ve raporların üretilmesi çalışmalarıyla dokunmaktaydı.

Bu yeni durum ABD üniversitelerinde bazı rahatsızlıklara yol açınca, 1967 yılında bu yönde bir soruşturma yürütülmeye başlatıldı.
Soruşturmanın sonucunda, bu gibi politik amaçlı operasyonlarda CIA bağlantısının işleri zorlaştırdığı düşünüldü.
Tüm dünyada yürütülecek operasyonların finansmanı için (CİA dışında) özel kuruluşların devreye sokulması programlandı.
Aslında bu sözde özel kuruluşlar, 1947'lerden başlayarak, Harvard, MIT ve Columbia üniversitelerinde çok özel projelerin para kaynağını yaratmaktaydı.

Ortalıkta görünenler artık, CIA elemanları ya da devletin memurları değildi.

Yeni aktörler, Ford Vakfı, Carnegie Vakfı ve Rockefeller Vakfı vb, çok uluslu şirket örgütleriydi.
İlk geçiş aşamasından sonra, 1980 başlarında yeni bir evreye girildi.

Bu yeni tür operasyon biçimine duyulan gereksinimin nedenleri şöyle özetlenebilir:
Gizli kapaklı yöntemlerle, ülkelerin iç dünyasını denetleme ve yönlendirme işlerinin, yarı gizli ve belirli resmi kuruluşlarla ilişkili olarak yürütülmesi, operasyonun etkisini sınırlandırır.
İşin içine kitlelerin katılması olanaksızlaşır.
Yarı gizli işlerin açığa çıkması, bağımsızlığına ve onuruna düşkün olan ülke halklarının ABD aleyhine bilinçlenmesine yol açabilir.
Eski yöntemlerle, gizli ilişkilerle bilgi toplamak, medyaya ve öteki kurumlara, partilere, sağcı-solcu örgütlere gizli yönlendiriciler, kışkırtıcılar yerleştirmek, hem riskli ve hem de pahalı bir yöntemdir.

ABD çıkarlarına, ikircimsiz hizmet edecek yabancı hükümetlerin iktidarda tutulmaları, büyük bir parasal harcama gerektirmektedir.
Ayrıca halk kitlesinin desteğini süreç içinde yitiren bu yönetimleri siyaseten ayakta tutmak giderek olanaksızlaşmaktadır.
ABD çıkarlarına ne denli bağlı olursa olsun, bir yabancı hükümete sonsuz güven duymak hem sakıncalıdır ve he de ihtiyatlı bir tutum sayılamaz.
Önünde sonunda bu yabancı hükümet, bir başka dünya gücünün kendisini destekleyeceği kanısına kapılabilir; ya da denge içinde çok yönlü bir siyaset güderek bağımsız davranma düşüncesine kapılarak, ABD'ye olan sadakatinden (kısmen de olsa) vazgeçebilir...

Bunun yanında, yazılı anlaşmalar ve değişecek olan yasalar da yeterli güvence değildir.
Ülkelerdeki yerleşik sistem artık geri döndürülemeyecek biçimde değiştirilmelidir.
Böylelikle, iktidara kim gelirse gelsin, iktisadi ve siyasal düzeni artık değiştirememelidir.
Bu sayılanların gerçekleştirilmesi için ön geçerli çare, siyasal planda ulusal devletin zayıflatılması ve toplumun çok kültürlülüğünü tahrik etmek ve değişik etnik özelliklerin ortaya çıkartılmasını sağlamaktır.

Bu nedenlerle devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerinden alınıp, halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıflatılmalıydı.
Ulusal yönetimler, kısa devre edilerek, dünya egemenlerinin NGO, Vakıf, Enstitü gibi örgütleri aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek, daha ekonomik ve daha kalıcı bir yöntemdir.

Ülkelerde devlet ile halkın arasında kalan alanda, adı sivil(!) kendileri ise, dışarıdaki devletin güdümünde olan dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları gibi bir sivil(!) toplum örgütleri ağı kurulmalıydı.
Bu ağ ve örgütlenme biçimi, asıl egemenler adına, bir tür uzaktan yönetimdir.

İşin ABD iç siyasetindeki önemli bir boyutu ise, bütün bu işler için harcanacak olan paranın tümü ile yasal bir görünüm taşıması ya da en azından, kitabına uygun olmasıydı...

Bilindiği üzere, ilgili ülke yönetimlerinin devrilmesine yönelik etkinlikler için gereken paranın sağlanmasında ABD kongresinin onayı gerekmektedir.

Ancak, 1970'lerde Temsilciler Meclisi'nden Otis Pike ve Senatör Frank Church başkanlığındaki komisyonların soruşturması sonucunda şu gerçek ortaya çıkmıştı:
CIA'nın içerde ve dış ülkelerde sürdürdüğü operasyonlar ve komplo girişimlerinin mali kaynakları bir ölçüde kısıtlanmış olduğu için, söz konusu operasyonlar için gerekli olan para, yasa dışı kaynaklara doğru yönlenmiş bulunmaktaydı.
Bu süreç içinde Nikaragua "Contra"ları işin içinde olduğu gibi, şeyhlerin, zengin sultanların, kara paracıların, Contra'ların ve CIA'nın kokain trafiğini yönetmesine muhtaç kalınmıştır.

Örtülü ilişkilerde dolap çevirmek, soğuk savaş döneminde, "komünizm tehdidi" gösterilerek, uluslararası yasallık içinde kitabına uydurulabilirdi...
Ne ki, "Doğu Bloku"nun çözüleceği öngörüşü gerçekleştikçe, antikomünizm dürtüsü giderek zayıflayacak ve uluslar arası kamuoyu tarafından bu örtülü işlerin yasallığı da buna koşut olarak sorgulanmaya başlanacaktı.

Oysa ulus devletler, dünya egemenliğinin önündeki en büyük engeldi.

Çünkü ulus devletler, kendi topraklarının kullanılmasına ve iktisadi ortamına dışardan yapılacak girişimleri, dış siyasetlerinin doğrudan yönetilmesini engelleyebilirlerdi.
Daha da kötüsü, yandaş yönetimlerin yerini her an daha bağımsızlıkçı yönetimler alabilirdi.

Ulusal egemenliklerinden ödün vermeye yanaşmayan bu tür devletlerin sınırlarının eleğe dönüştürülmesi işi, örtülü, kirli işlerle becerilemez ve ilgili ülke insanlarının onayı alınmadan gerçekleştirilemezdi.
Bu nedenlerle, "hür dünya" işlerinden, "insan hakları" ve "din hürriyeti" bekçiliğine çevrilen operasyon ile ABD'nin uygun göreceği türden demokrasiler kurulmalıydı...

İşte tam bu aşamada ABD Başkanı Ronald Regan tarafından "Project democracy" olarak isimlendirilen yeni "teknik" uygulamaya konuldu.

Bu tekniğe koşut olarak bilinçli insanların da temel sorumluluğu, 1980'lerin başından bu yana 92 ülkede uygulanan ve yeni mandacıların işbirliğiyle örülen WEB'de, yani "örümcek ağı" içinde çırpınmakta olan Türkiye'de olan bitene az da olsa ışık tutmak; toplumsal-siyasal yaşamın yabancılar tarafından ele geçirilişini açık olarak sergilemektir.

Söz konusu örümcek ağının ilmiklerinde, şu ya da bu niyetle yer almış olanlar bu ağı örenlerin kimliği ve amaçlarının tümü hakkında yeteri ölçüde bilgi sahibi olmayabilirler.
"Sivil" etiketi takınan, "saydamlığı" olmazsa olmaz ilke olarak savunan örgütler, yabancı ilişkilerini, özellikle "hibe" adı altında aldıkları parasal desteği çevrelerine topladıkları kişilerden ve toplumdan saklamaktadırlar.
İşte bugünün temel görevi, bu ilmikleri açmak ve bu yeni tekniği halka anlatmaktan ibarettir.
Bu tür destekler almak için uğraşanların, özellikle Türkiye - Kafkasya - Ortadoğu ve Türkiye-Kafkasya - Orta Asya'da "güvenlik" oluşturma ve "demokrasi" kurma örtüsü altında yeni koloniler elde etmek isteyen Batılı devletlerin ve kartellerin aracısı olan örgütlerle ve şirketlerle kurdukları ilişkilere kamuoyunun dikkati çekmek çok önemli bir işlevdir.

Dahası, gençleri bu ilişkiler üstüne bilgilendirmek her şeyden daha önemli bir görevdir.

Hedef, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünün kısıtlanması (asla) değildir.

Ancak toplumsal yaşamımızın yabancıların hesabına düzenlenmesine ve toplumun gözünün boyanmasına karşı bir uyanış sağlamak, ulusal (ve ayrıca da) bir insanlık görevidir.




-Alıntıdır.-